31 Mart 2012 Cumartesi

Udumbara



Senden vazgeçmedim. Sadece beni bırakmana ses çıkartmıyorum.

Büyümek mi bu? Metanet mi, sakinlemek mi?

Ruhumu büyük, derin bir çukurun içine hapsediyorum.

Çıkışı yok, ötesi yok. Sen yoksun.

Söz yok.

Gülda

27 Mart 2012 Salı

Değişim


Bir daha hiçbir zaman hissetmeyeceği duygular içerisindeydi.

Uzun zamandır birisini çağırıyorum ve boş duvarlarda yankılanan sesime her defasında kanıyorum. Ayna karşısında ilişkiler yaşayıp, gerçekleri görmezden geliyorum. Artık büyüdüm de mi akıllandım, yoksa aksimden mi sıkıldım bilinmez, bana benden başka bir şey gösterecek birisini arıyorum.

"Hayır devam etmeyeceğim, teşekkür ederim."

Yalnız başına iki kadehten fazla içmemelisin. Birisiyle buluşacağın zaman ikiye bölünüp beklersin ya. Bir yanın o olmuştur, hep gelmek üzere ve geldiğinde de sana görünmeden izler uzaktan. Bir yanın da onun izlediğini bilerek oturur yerinde. Nasıl görünmek istediğini hesap eder. Kimseyi beklemediğim halde niye her gelene kayıyor bakışlarım? İyi gelmedi bana yalnızlık. Daha fazla saçmalamadan kalkıp gitmeli. Hava da estirmeye başladı. Şal istesem? Son sigaramı içerken keyfimi hiçbir şey kaçırmasın.

"Pardon, şal getirir misiniz?"

Garsona seslenmek için arkasını döndüğünde girmişti kapıdan, farketmedi geldiğini. Kafasını çevirdiğinde karşısında dikiliyordu. Eskiden beri tanışıyorlardı. Sıkça da karşılaşırlardı. Yani yılda iki üç kere.

- Seni arıyordum.
- Buldun mu?
- Buldum.
- Çağırdığımın sen olduğundan emin değilim.
- Duydum, beni çağırdın.

Onu mu çağırdım gerçekten? Bunca zaman bu yüzden mi geliyordu bana? Nasıl emin olabilirim bundan? Şarap mı içecek, rakı mı? Rakı derse... Yok böyle anlayamam. Hem belki canı rakı isteyecek de sırf bana eşlik etmek için şarap diyecek. Konuşalım, biraz daha konuşalım. Alyoşa'yı bilir misin? Sana onu anlatsam? En küçük Karamazov kardeş olduğunu, bütün aile türlü entrikalar ve kötülükler peşinde koşarken Alyoşa'nın hepsini sebepleriyle anlayacak kadar yüce gönüllü olduğunu. İnsanlığın bütün günahlarından kendini sorumlu tutup acısını çekmeye dünden razı olduğunu anlatsam. Ben hala anlayamıyorken sen anlar mısın acaba? Kötülüğe uğradığında öfke duymamayı, öç almamayı öğretebilir misin bana? Kanında yükselen adrenalinle başa çıkabilir misin? Onun kadar iyi misin sen de? Madem her şeye cevabın var, kitabı neden hala bitirmediğimi de söyler misin? Peki başladığım hiçbir işin sonunu niye getiremiyorum?

Garsonun gıcırdatarak açtığı ikinci şarap şişesinin de dibini görmüşlerdi.

- Herkes bu kadar kötüyken nasıl iyi olabiliriz ki biz?
- Kötülük senden gelir, nasıl baktığına bağlı.
- Kötülük yapan kötüdür işte.

Sonra hayatını değiştirecek bir hikaye anlattı ona. Aynalar da yankılar da geçmişte kaldı böylece. Her gün değişmeye devam etti.

- Zamanın birinde üç samuray varmış. Birincisi ormandan geçerken karşısına bir haydut çıkıp "Ya paranı ya canını!" demiş. Samuray kılıcını çekip bir hamlede saldırganı cansız halde yere sermiş ve ardına bakmadan devam etmiş yoluna. İkinci samuray da ormanda ilerlerken bir soyguncu ile karşılaşmış ve tekmelerini, yumruklarını kullanarak soyguncuyu yarı ölü bir halde arkasında bırakıp yoluna devam etmiş. Üçüncü samurayın karşısına çıkan soyguncu da elindeki koca bıçakla tehdit ederek nesi var nesi yoksa kendisine vermesini, yoksa onu öldüreceğini söylemiş. Samuray: "Zavallı adam. Haline bakılırsa aç olmalısın. Bende yeteri kadar yiyecek, içecek var. Al şunları. Ayrıca buralarda bir han var, istersen seni götüreyim, iyice karnını doyur, dinlenirsin. Merak etme ben ödeyeceğim," demiş. Saldırgan elindeki bıçağı yere atıp hıçkırmaya başlamış.

Tıpkı onun gibi...

Pelin Öney }{

21 Mart 2012 Çarşamba

Evlilik


-->
- Merhaba, hoşgeldiniz. Buyrun lütfen, buyrun oturun. Bir şey içmek ister misiniz?
- Sağolun Leyla Hanım, gerek yok. Uzun zamandır randevu almak istiyordum. Çok yakın bir dostum bahsetti sizden. Hatırlarsınız herhalde, Sevim Atalay. Eşiyle birlikte iki sene önce sizi ziyaret ediyorlardı. Boşanmanın eşiğindeydiler. 
- Evet, doğru. Hatırlıyorum. Peki şimdi nasıllar? Sanırım kocası ile düzeltmişti arasını. Yaklaşık bir senedir…
- Boşandılar Leyla Hanım.
- Öyle mi? Yazık olmuş.
- Leyla Hanım, Sevim sizi bana çok övdü. Uzun zamandır, kocamla sizi ziyaret edeyim diye ısrar edip duruyordu.
- Sağolsun. Sevim Hanım çok tatlıdır. Hakan Bey de öyle. Ancak Hakan Bey’in işlerinin yoğunluğu, evliliklerinde sorun yaratıyordu.
- Bizim de durumumuz pek iyi değil. Kocamla iletişim kopukluğu yaşıyoruz.
- Sizce doğru mu bu?
- Emin olmazsam söylemem ki. Bakın, akşamları eve geliyor, televizyonu açıyor ve yatana kadar benimle tek kelime konuşmuyor.
- Nedenini sorabilir miyim?
- Neden olacak? Herif ruhsuz, tembel. Hayattan zevk almıyoruz artık. Varsa yoksa televizyon.
- Akşam yemeklerini beraber yiyor musunuz?
- Yok canım. Dışarıda yiyor.
- Bakın, ben evli çiftlerin akşam yemeklerini sofrada karşılıklı beraber yemelerini…
- Yaaa bilmez miyim ben. Uğursuz herif. Nerdee onda o incelik?
- Kaç senedir evlisiniz?
- Valla, yirmiiki senedir çekiyorum ben bu adamı, Leyla Hanım.
- Çocuğunuz var mı?
- Tek çocuk yapabildik Leyla Hanım.
- Cinsel yaşantınız nasıl?
-  Affedersiniz adamda enerji yok, enerji.
- Sizce evliliğinizin hangi seneleri güzeldi?
- İlk iki sene en güzel yıllarımızdı. Her şeyi beraber yapardık. Sağolsun o senelerde kendime kıyafet almaya gittiğimde bile benimle gelirdi.
- Sonra ne oldu?
- Ne olacak tembelleşti adam.
- Nilüfer Hanım. Bakın, ben size böyle yardımcı olamam. Serdar Bey’le de konuşmam gerekiyor. Ne soru sorsam siz cevap veriyorsunuz. Beyefendinin tek kelime etmesine izin vermediniz. 

İrving

Senin Rengin



Renklerin içini boşalttım,
Belki senin rengini bulurum diye!
Önce sandım ki mavi sensin.
Ama sen o kadar sakin değildin.
Kırmızıdır dedim senin rengin, görünce ateşini,
Ama değildin.
Onca dağınıklık yarattım,
Bulamadım rengini.
Git desem kaldın,
Gel desem gittin.
Kurcalıyorum kalbimin içini dışını.
Hep senden kırıntılar var etrafta,
Farklı bir sürü renkte.
Ben affetsem seni,
Affeder mi ruhum kalbimi?

İrving

Aşk ve Sevgi


Uzun bir arayıştı beni yoran.
Keder başımı döndürdükçe,
Gözyaşlarım şarap oldu kadehime.
Susamıştım aşka bir çöl kadar.
Umutsuz kalbim defalarca “dur artık” dedi.
Yine de acıyı sapladım kalbime,
Aşkı, sevgiyi bulurum diye.
Son bir kez kapadım gözlerimi.
Tüm umutlarım o an birikti kalbime
Ve saniyeler, zor sığdı senelere.
Umut, yeni bir beden çizdi kaderime,
Tarifsiz bir güzellikte.
Sonra.. Aşk; eşsiz bir heyecan yaşattı.
Gelecek hatıraların kollarında.
Ve seneler dönüşünce saniyelere,
Akıp giden zaman içinde,
Sevgi; yol aldırdı tek bedende.

İrving

Bir Hayal

Üşüten günlerin geride kaldığı bir sabah. Mayıs güneşi el uzatıyor İstanbul'un yalnız kalmış ağaçlarına. Genç adam her zamanki gibi çalıştığı çay bahçesindeki yerini almış. Sevdiği işi yapmasa da çalıştığı yerdeki sakinlik, özlemini çektiği bir hissiyatı hatırlatıyor. Birkaç sene önce ardında bıraktığı Elazığ'ı fazlasıyla aratan İstanbul'un yoğun, gri havasına kıyasla burası daha güvenli ve sessiz; yandaki otoparktan gelen araba seslerini saymazsak. Bu sığınağın değerini bilen bir kuş sesleri var, bir de kediler.

Aslında niye İstanbul'da olduğunu bile bilmiyor. Arkadaşları bu şehirden rüya gibi bahsetmişler, ulaşılması zor diye. O da bu yüzden gelmiş. Her şeyin değişeceğine inanıyor, bir gün. Aslında aradığı şeyin burada olup olmadığından bile emin değil. Cevabını bilmediği sorulardan uzaklaştığı tek alan, garsonu olduğu bahçe. Bugün yine birilerinin nişanı var. Ne kadar insan varsa, o kadar koşuşturacak... Ne kadar az düşünürse, o kadar unutacak... Özünde kopmak istemediği geçmişini, geride bıraktığı memleketini unutmak zorunda. İstanbul onun kararıydı, onun şehri oldu. Para kazanma hayalleri kuruyordu, artık para kazanmak zorunda olduğu bir yerde yaşıyor.

Davetlilere içecek servisini yaptıktan sonra her zamanki köşesinde birinin ona seslenmesini bekliyor. Gözlerinin daldığı kalabalıkta ailesini özlüyor, kucak açan eski dostlarını düşünüyor. "İstanbul'da dost edinmek ne kadar da zor." O an ayak bileğinde beliren ufak kıpırtıları farkediyor. Patilerini değdiren şaşı bir kedi; bugün belki de onu gülümsetecek olan tek şey. Tüylerinin güneş ışıklarıyla olan ahengi göze çarpıyor. Garson tam kediyi sevecekken, kedi ona uzatmış olduğu eline pati atmaya kalkıyor. Kendince dağları delen patiler, adamın ayakkabısına denk geliyor. Adamda belli belirsiz bir gülümseme, "Tatlı şey, elim orada değil," diye geçiriyor içinden. Ardından bir kadın, garsona sesleniyor. Masada oturan kadın, bir bardak daha meyve suyu isterken garson kediden aldığı yaşam enerjisiyle "Tabi," diyor. "Ne kadar güneşli bir gün değil mi?" Kadın, adamın kendisine asıldığını zannederek "Haddini bil!" dercesine bir bakış atıyor. Adamda hissetmeye alışık olduğu bir şaşkınlık... Kendine dönüp soruyor; "N'aptım ki ben? Kötü bir şey mi söyledim?"

O sırada alkışlar başlıyor, nişan yüzükleri takılmış iki gencin suratına çeviriyor gözlerini. Güneşi bir kez daha görüyor iki gençte. Hayat boyu birbirini dinlemek üzere yola çıkmış iki insan... Çiftin gözlerinden okunan mutluluğun, başka hiç kimseye ihtiyacı yok. "Belki," diye düşünmeye devam ediyor. "Bir gün karşıma çıkacak olan beni yanlış anlamayacak bir dost ya da sevgili, İstanbul'un karanlığını görmezden geleceğim duygular hissettirecek."

"Yaktığım mumda, bana bir başka güneşi aratmayacak."

Elif Atakan

20 Mart 2012 Salı

Çizmelerin Gıcırtısı


Ayak parmak aralarımda sümüklüler yuvalanıp; yaslandığım yastıkların deseni sırtımda dövmeler yaratana kadar yayıldığım yazlıkçı hallerimden bir akşam üstü yine.

Güneş usulca yerini geceye bırakıyor. Güneş ışınları ile verdiğim 'mahrem olmadan marsık olma' savaşını yine kazanmış, sereserpe tuz kokulu yanık tenimi kumlarla örtüyor, sürekli balkonda geçen hayatlar nedeniyle aşırı gelişmişlik gösteren sınır komşuluk ilişkilerimi kumsalda geliştirmeye devam ediyorum. Yan komşu, arka komşu hepsiyle ilişkim mükemmel. Dün gece dağıtıma verdiğim Ali Nazik tabağı çok sükse yapmış olmalı. Herkesin bana bakışı değişmiş gibi görünüyor. 'Ellerine sağlık, bayıldı bizimkiler, tarifini versene?' diyen diyene... 'Aşkolsun, ne zaman istersen yaparım,' diyorum. 'Patlıcanlar közleniyor değil mi?' diyerek ağzımdan tarifi alma çabalarını boşa çıkarıyor; ser veriyor, sırrımı vermiyorum.

Yazlık yerlerinde komşudan gelen tabaklar hep problemdir. Gönderilen tabağı boş yollama hadisesi savaş sebebi bile olabilir. Biraz geç uyanmaya gör, tüm komşulara 'Günaydın' deyip kendi eşref saatini bildirmemişsen eğer çıra gibi yanmışsın. Beyaz peynir üzerine koyduğun kayısı reçelli ekmeği daha yutamadan balkondan burnuna uzatılan bir tepsiyle irkilirsin. Bir fincan orta kahve yanında reçelli ekmek şekline dönüşür kahvaltı menüsü.

Yazlıkların sesi ve rengi şehirlere benzemez. Motor gürültüsü, kapı zili hiç duyulmaz oralarda. Sadece susmayan cırganların ve çocukların sesi vardır. Temmuz'da ötmeye başlayıp Ağustos sonlarına doğru sesi sızlanmaya dönüşen cırganlar, gri başlarlar şarkılarına; sararıp susarlar. Ama çocukların sesi marsıklara dönüştüklerinde bile kesilmek bilmez. Ya paletleri kayıptır ya da en sevdikleri şapkaları. Ya bir arkadaşı havlusuna sümüğünü silmiştir ya da terliğini alıp kaçmıştır öbürü. Şehirde steril viyollerde yaşayan bu yumurtalar, rastgele otlara bırakılmış sahipsiz çamurlu yumurtalara dönüşürler kısa zamanda. İlk günlerdeki şaşkınlıkları üzerlerinden atar atmaz konu komşunun beslemesi haline dönüşürler. Top peşinde şopar olup tanınmayacak hale geldiklerinden onları tanımazlıktan gelmek de kolaylaşır. Bütün sorumlulukları üzerinizden atıp tatilin keyfini çıkarmaya işte o zaman başlarsınız.

Oralarda hava bedava, su bedava, karpuzun kilosu beş yüz bin eski liradır. Kışın kaçırdığınız tüm filmleri yıldızların altında çiğdem çitleyerek iki milyona izleme olanağı da akşam sefası...

Bazı muayyen günlerde pazar kalabalığı olarak ortalığa sergi seren günü birlikçiler gelir kumlara. Kabak gibi seçilirler bizim aramızdan. Kocaları bizim oramızı buramızı seyre dalar, çocukları bizimkiler ile geçici dostluğun ağır aksak ayarını tuttururlar akşama doğru. Bunlar ola dursun, kadınlar bol bulunmuş arap yağı misali güneş yağlarını baldırlarına yedire yedire sürünür dururlar gün boyu. Manitası ile gelenler ise besbellidir. Erkekler bize aldırış bile etmezken, kadınlar yeni ağdalanmış tenlerine erkeklerinin mütemadiyen sürdüğü yağlar sayesinde bal kabağı misali parlarlar.

- Kızlar adamı biriniz uyarın, yağı fazla sürdü kadına. Akşama zehirlenecek.
- Neden?
- Kızım bu kadar güneş yağı yersen ne olursun?.
- Deli!
- Vallahi bir arkadaşım selülit kremini fazla kaçırmış bir hatunu yerken zehirlendi.
- Sus kız rüzgar sesi olduğu gibi götürür, duyacaklar...

En renkli simalar ise kuşkusuz Alamancılardır. Memleket domatesine özlemle akın akın gelirler yazlık yuvalarına. Rüzgarlı havalarda kuma inip onları seyretmek işin en keyifli yanıdır. Şişme yatak, deniz topu; eşantiyon şemsiyeleri ve komik kolluklarından oluşan taşı taşı bitmez plastik malzemelerinin rüzgara kapılıp, suyun öte yanına deniz yolculuğunu izlemek kadar keyiflisi yoktur. Bizim kumların yağız delikanlılarının kolladığı anlar bu anlardır. 'Babaaaaaaaa! Deniz yatağım kaçtı!' diye kumda tepinen bir çocuk ve hafif sert esen poyraz onların arayıp da bulamadığı şeydir. Böyle anlardaki doğru zamanlama usta çapkınlığın ilk sınavıdır onlara. Zırlayan çocuk iyice dikkatleri kıyıya çekip, yatak da yakalanması zor bir uzaklığa erişinceye kadar beklenmelidir. Her şeyin bittiği anın start düdüğü niyetine, baba tarafından çocuğun ense köküne şaplak inmesine ramak kala da denize atlanmalıdır. Atladın atladın, yoksa bütün yaz makara olursun gençlik canavarına. Her yeni yetişen genç günün birinde vereceği bu sınava yaz boyu hazırlanır durur. Küçük çocuğun ablasına kim yazılıyorsa bu kez denize atlama sırası ondadır. Vakur bir eda ile kumdan kalkar, balıklama denize atlar. Heyecan dorukta bekler diğer kankileri, her şey ayarında, sırasında ve kusursuz yapılmalıdır. Yatağı tam elde etmişken elinden kaçırmak işin raconundandır. Yatakta cilveleşmeden olmaz di mi ama? Son bir depar ile yatağın önüne geçer ve avını yakalar. Kahramanının yolunu gözleyen kirpiği yaşlı, gözünün bebeği güleç küçük kardeşin yanına gelindiğinde, başı şevkatle okşanmalıdır. Babaya selam verilir, en saygılısından. Ablaya da 'Bu memlekette ne delikanlılar var gördün mü bebek?' alt yazılı bir afilli bakış fırlatan genç, tam o anda kıyıya bıraktığı havlusuna yavuklusu gibi sarılır. Havluya tadını tuzunu usulca; kuma kendini sertçe bıraktı mıydı tamamdır.

Akşama gençlerin kutsal kumsal ateşi etrafındaki çember daha da büyür, yaz aşklarının dumanı yasemin kokar; kalpler çizerek dolanır yaz melteminin koynuna, ayışığında dudaklar başka ballanır.

İşte böylesi masum insani kaçakların verildiği bir akşam üstüydü yine.

Birkaç akranımla kumlara yayılmış, oradan, buradan, eskilerden, yenilerden konuşuyorduk. Aramıza bu yaz katılan yeni yazlıkçılar ile çoktan kaynaşmış; ziyarete gelen akrabalarının en sevileni ve en sevilmeyeni top-on listelerini ezber yapmıştık.

Yaz tatillerinin en güzel taraflarından biri de budur. Her yaz yepyeni biri ile dün tanışıp, bugün can ciğer kuzu sarması olup, yarın, bir dahaki seneye kısmetse görüşürüz, diyerek ayrılmak.

Biz kimbilir yine hangi komşuya konuk bikinili hatunun sarkıt ve dikitlerini analize dalmıştık ki 'Kızlar yanınıza oturabilir miyim?' diyerek, Berrin teyze geldi.

- Gel Berrin teyze hoşgeldin. Misafirlerin gitti mi?
- Aman yazlık yeri bilmemin? Allah soframızdan eksik etmesin. Koca sülalesi hiç bitmez, biri gider, biri gelir. Oğulları çalıştı da aldı ya evleri gari, tepe tepe kullencekler illa. Biz sanki kordon boyunda mabadımızı gezdirdik bunca sene.
- Vallahi senin adam da zor biraz. Ne yemeği, içki sofrası, ne afrası tavrası ne de avanesi eksik değil.
- Her sabah dükkana yollarken, 'Allahım akşama kadar bir çıtır bulsa da ben de rahatlasam' diye dualar ile gönderiyom amma... Bakalım kısmet.
- Bak kırk kere söylersen olurmuş ona göre.
- Dilinden düşürmüyor taş gibi hatunları. Alsın da daş gibi başına çalsın.
- İlahi Berrin teyze adamın ahı gitmiş vahı kalmış, nereden bulacak çıtırı?
- Bulan buluyor anam. O da bulsun gari, yetti canıma.
- Yapma Allah aşkına Berrin teyze, çıtırlar atmışlıklara bakar mı?
- Bakma mı kız? Durun size bir arkadaşımı anlatayım da acık gülün.
- Hadi anlat.

Tombul poposunun ucuyla iliştiği naylon hasırına iyice yerleştip, bir keyif sigarası yakmaya hazırlanıyordu ki, birden kalkmaya yeltendi.

- Kızlar bi yol, koşup karpuz kesip geleydim, içiniz yanmıştır.
- Biz duruken? Aşkolsun. Ben keser gelirim şimdi. Hele sen şu hikayeyi anlat.
- Benim yaşlarda bir arkadaşımın kocası bundan iki yıl evvel yirmi beş yaşında bir kıza kapılıp evi terk etti, gitti. Bir üzüldük ki sorman gari. Ama baktık arkadaşımız oralı bile değil, az bıraksan zil takıp oynayacak, içimiz ferahladı. Sakın boşama, dedik hepimiz. Bunca sene kahrını çektin. Gurur uğruna zil gibi ortada kalma kocamış yaşında. 'Yok,' dedi. 'Asla boşanmam, veririm ilaç torbasını yanına yallah.'
- Boşanmazsa yine kapısına geri gelir, kız onu şutlar nasılsa iki gün sonra.
- Allahın emri tabii de, bizimkinin adamı geri almaya hiç niyeti yok. Keyfi hepten tıkır. Kendi ayarında bir yaramazlık yapaydı belki ama, artık nafile, diyor bizimki. Kadın haklı. Kumsalda birbirine yaslana yaslana anca yürürken, poyrazda kaçan deniz yatağını yüzüp de tutabilecekmiş gibi çoşup gitmek de neyin nesi?
- Mesnetsiz özgüven olmasın?
- Neyse, iki yılın sonunda geçenlerde kız bizim arkadaşı aramasın mı telefonla.
- Eee, bak edepsize...
- Demiş ki kız; 'Sen ne gurursuz kadınsın. Kocan iki yıldır benim koynumda ve sen hala onu boşamıyorsun.' 'Boşamam,' demiş. 'İstediğin gibi tepe tepe kullan,' diye de eklemiş. Kız bunu duyunca hepten hiddetlenmiş. 'Sen ne biçim kadınsın, hiç mi kıskanmıyorsun?'
- Ayol ne kıskanması, kadın kafasını dinliyor di mi ama...
- Bizim arkadaş; 'Bak kızım,' demiş, 'Ben bu adamı aldığımda yirmi yedisindeydi. Taş gibi, kapı gibi adamdı. Yıllarca bana sabah akşam koçlar gibi kocalık yaptı. Ne diye kıskanayım şimdi seni? Tam tersi senin için üzülüyorum bile; onun saçının pırıltısını, göğsünün gürültüsünü, çizmesinin gıcırtısını ben dinledim... Sana da; saçının döküntüsü, göğsünün hırıltısı ile götünün zırıltısı kaldı. İnsan üzülme mi buna? Neyini kıskanam ben senin, sen beni kıskan dur.'

Mehtap Akdeniz

19 Mart 2012 Pazartesi

Bana Saf Diyorlar


Terden ıslanan avucumda bir tomar kağıt, elimin kiriyle bütünleşiyor. "Para," diyorlar adına. "İyi," diyorum. "Biriktir bunları." Kahverengi deriden minik bir çanta alıp diziyorum hepsini içine, büyüğünden küçüğüne. "Böyle hepsini yanında taşırsan olmaz, güvenli bir yere koy." "Eve koyayım bari." "Yok olmaz, bankaya yatır." Bir tomar parayı alıp bir parça kağıdı tutuşturuyorlar elime bankada. "Ne zaman istersen gel al paranı, paran bizde güvende," diyorlar. İçime sindiremiyorum ama itiraz da edemeden elimdeki kağıtla çıkıyorum camekanlı kapıdan.

Bir gün oturuyorum evde, yan komşu gelip çalıyor zilimi. "Ne zamandır kiracıydım, artık alıyorum bu evi. Sonunda ev sahibi oldum," diyor, sevinmiş, tatlı yapıp dağıtmış tüm komşulara, bana düşeni getirmiş elindeki kasede. "Kira öder gibi ev sahibi olacağım," diyor. 'Nasıl olacak bu iş?' derken öğreniyorum, paramı yatırdığım bankadan borç istemiş, onlar da vermişler. "Her ay bize öde," demişler. Bir hışımla çıkıyorum evden, bankada soluklanana kadar koşuyorum. "Benim paramı mı verdiniz komşuya?" diye çıkışıyorum. "Yok efendim ne münasebet," diyorlar. "Peki nerden buldunuz bu parayı, niye verdiniz o kadına?" diye üsteliyorum. "Gösterin benim paramı, nerden bileyim ona dokunmadığınızı," diyorum yine aynı kağıttan veriyorlar, susuyorum.

Gün geliyor, yine duyuyorum bir yerlerden, ihtiyacı olan herkese para dağıtacakmış bu banka. Benim paramı dağıtacaklar, orası belli. Kalkıp gidiyorum yine bankaya.
"Yok efendim, kimseye vermiyoruz paranızı, hepsi burada," diye bana doğrultulan bilgisayar ekranındaki rakamlara bakıyorum. Ben elimde tomar tomar para görmek istiyorum. Kandırdılar beni biliyorum. Çok sinirleniyorum. "Verin çabuk paramı geri!" "Paranız şu anda burada değil," diyorlar. Başka yere yollamışlar saklamak için. Yarın getireceklermiş. İnanmıyorum. "Paralarımı verdiniz insanlara, sonra toparlayamadınız, beni oyalıyorsunuz," diye paylıyorum biraz. Akşama sayıyorlar parayı elime. "Biraz eksilmiş bu." "Paranızı güvenle saklamanın bedeli," diyorlar, ses etmiyorum.

Elimde paralar, evin yolunu tutuyorum. Yol boyu arkamdan gelen adımları sayıyorum. Kapının önünden birkaç kere geçip olası şüphelileri savdığımdan emin olup öyle giriyorum apartmana. 'Parayı nereye saklasam?' diye talan ediyorum evi. Bir türlü uygun bir yer bulamıyorum. Günler geçiyor, aklım hala parada. Ne yapacağım ben yahu, hep böyle evde mi bekleyeceğim bu paranın başını? Bana "biriktir," diye seslenen kimdi? İşte onu bir bulursam soracağım "ne olacak bunlar böyle biriktirince?" diye. Gidip parayı çıkarıyorum saklandığı yerden. Pek de iyi saklanamamış zaten, sırıtıyor yüzüme. Başlıyorum birer birer harcamaya. Biner biner harcadığım yerler de olmuyor değil hani. Fakat sadece parayla yaşamıyorum saadetimi. Bazen gidip bir ziyafet çekiyorum, bazen de sadece bir bankta oturup geleni geçeni seyrediyorum. Esaretten kurtuldum, artık keyfim yerinde. Yanıma bir hanımefendi oturuyor. O da benim gibi, hayatta pek kimsesi kalmamış. "Birbirimize kimse olalım," diyor. "Hayhay," diyorum. "Tanıyalım birbirimizi. Ne iş yapardın emekli olmadan?" "Bankacıydım," diyor.

Pelin Öney }{

17 Mart 2012 Cumartesi

Tuhaf Bir Öykü


Bir sabah elma ağacı. Yapraklar dökülüyor. Çok sıcak, güneş var. Daha doğrusu şöyle söyleyebiliriz; yaz sabahı çok güzel çiçekler açmış; yaprakları yiyesimiz geliyor ama yiyemiyoruz çünkü zehirli. Gri gri bulutlar var, sıcak hava bizi imrendiriyor ama etrafta gri hava var…Yeşil yeşil yapraklar dökülüyor; yeşil yeşil, turuncu, pembe pembe, mor mor çiçekler…Turuncu, sarı, kırmızı kırmızı, mor çiçekler…Bir tır, bir minibüs ve bir adam evine gidiyor. Her tarafta sessizlik var, sadece arabaların sesi duyuluyor. Evlerin dumanları çıkıyor. Bir kafa, kafanın burun olduğu yerin orta kısmından güneş ışığı geçmiş. Uzakta bir ev var, yakında da iki ev var. İkisinin de dumanı çıkıyor. Mavi yol. Yani açık mavi yol. Güneş çok güzel, herhalde yaz akşamı çok güzel geçecek.


Sonra gece oldu. Ve sonra gündüz. Karanlık bir geceydi. Gün ağarınca kalkar kalkmaz yüzünü yıkadı, yemeğini hazırladı; hazırlayınca yedi; yiyince kalktı masadan. Giyindi ve bir de ellerini yıkadı. Sonra da kapıyı açtı, balkona çıktı ve kapıyı kapadı. Sonra merdivenlerden indi; inince kendini dışarıda buldu. Sonra yürüdü. Yürüyünce kendini bulduğu yerde, tam adımını attığı sırada ayağına dolanan bir kağıt parçası dikkatini dağıttı. Eğilip aldı. “Gökler suyun buharından, yerler suyun köpüğünden, dağlar suyun dalgasından, dünya göğü sudan, ikinci gök mermerden, üçüncü gök demirden, dördüncü gök bakırdan, beşinci gök gümüşten, altıncı gök altından ve yedinci gök yakuttandır. Gök o kadar hızlı döner ki onu gören duruyor sanır.”** yazıyordu kağıtta. Buruşturup cebine koydu ve masaya oturdu.  Bu çitleri bu demir örgüleri ne zaman çevirdiler diye düşündü etrafına bakarken. “Gerek gerek gerek…Delice sevmem gerek….”* diye geçirdi içinden. Soğuk demir iskemlelerin soluk renkli kumaşlarla dansını seyretti; cebinden defterini çıkardı ve yazmaya yeltendi: elma elma, ayva ayva, su su. Limonata, içki, masa, tuzluk. Su, gazete, limonata…Yemekler, tavuklar, kemikler, kemikler…Aşklar ve törenler.

Deniz sakindi…Balıkçılar sanki sonsuzlukta yaşıyormuşçasına suyun hareketleriyle ilgiliydiler sadece… Ama şehirde yoğun bir karışıklık vardı.. “Yaprakları kuş sandığım zamanların, kırlangıçlar ve serçeler krallığının….” diye mırıldanırken uyuya kaldı kedi. Şaşı gözlü, sarman bir kedi…

Filiz Berk Doğutürk

*Şiir dizesi:  Furuğ Ferruhzad
**Acaibü’l Mahlukat

Kirpi ve Sincap


bir masal anlatmıştım, bir varmış bir yokmuş...

Ben, kirpiyim. Büyük bir şehirde, binaların arasında bir parkta yaşıyorum. Parkta, benden başka bir sincap var. Burada yaşadığım için mutluyum. Kış mevsiminde biraz zorlanıyorum çünkü soğuk havalarda toprak altından çıkmak istemiyorum.

Parktaki diğer hayvan, sincap, benim aksime yılın dört mevsiminde hareketli, ağaçtan ağaca zıplayan, canı istediğinde insanlara yaklaşan biri. Yaz kış mutlu olmasının en önemli sebebi, kürkü. Güzel kuyruğu ile insanların ilgisini çekiyor. İnsanlar ile arası iyi. Ben, insanlardan ve kalabalıktan fazla hoşlanmıyorum. Korkuyorum. Hemen içime kapanıveriyorum ve bir diken topuna dönüşüyorum.

Kirpi, o sabah, bu düşüncelerle uyanmıştı. Hava çok soğuktu, kirpi ise aç ve yorgundu. Bugün ne olursa olsun yiyecek bulması, toprak altından çıkması gerekiyordu.

Toprak altından başımı uzatır uzatmaz, önümdeki çınarın dallarından bana alaycı gözleriyle bakan sincabı gördüm.

"Günaydın kirpi, nasılsın? Göremiyorum seni birkaç gündür?"

Kısık sesle "Günaydın" dedikten sonra toprağın altına çekildi kirpi. Kendini güçsüz hissediyordu. Cesaretlenmesi gerekiyordu. Ama çok yorgundu ve üşüyordu. Çevik hareketlerle ağaçtan inen sincap, kirpinin az önce çıkmaya çalıştığı oyuğa gelerek içeriye seslendi;

"Kirpi, dur bekle, iyi görünmüyorsun sen!"

Kirpi, onunla konuşmak istemediği için;

"Bir şeyim yok, iyiyim, biraz dolaşacağım etrafta" dedi.

Sincap, çevik ve hareketli olduğu kadar akıllıydı da. Kirpinin birkaç gündür doğru düzgün bir şey yemediğini anlamıştı.

"Açsın sen, aç kaldın değil mi? Sana yardım edebileceğimi söylemiştim, seni bir hafta idare edecek yemek bulabilirim demiştim. Neden yardım etmeme izin vermiyorsun?"

Sincabın bu ısrarcı tavrı karşısında yapabileceği tek şey vardı. Yavaşça oyuktan çıkmak, diken topu haline gelmek ve kendini aşağıya yuvarlamak. Havuzun yanına kadar yuvarlanırsa, orada durur, yağmurdan sonra, topraktan kendini dışarıya atmış olan solucanlara ulaşabilir ve karnını doyurabilirdi.

O sabah, kirpinin verdiği kararı uyguladığı, cesaretini toplayarak hayatı için çabaladığı sabahtır. Oyuktan çıktıktan sonra sincabın meraklı bakışlarına aldırmadan diken topu olup kendisini havuza kadar yuvarlamayı başardı. Gözlerini açtığında, önce bulutların arasından süzülen güneşi sonra önünde duran solucanları gördü. Zafer bu olmalı dedi kendine.

Karnını doyurduktan sonra biraz güneşlendi, ısındı. Uzaktan onu izleyen sincap şaşkınlıkla bakakalmıştı.

Betül

16 Mart 2012 Cuma

Sonsuz Kelimeler

Bir varlığın yokluğa sürgünüydü seni son görüşüm. Çıplak ellerinle tuttuğun kalbimin iltihabını çok sonra tedavi edebildim. Parasızlık kadar beterdi aşksızlık. İkisi de yoksulluktu neticede. Yoksundum sana. Oysa daha giderken biliyordum geri döneceğini. Beş yıl önce bir barda, dibinde kaybolduğum şişeler arasında, arkandan küfrederek de söylemiştim ''Geri dönecek o o.çocuğu,'' diye. Oysa annenin suçsuz olduğunu nice sonra anladım.

Yıllar sonra seni tekrar görmek için son beş dakika. Bilerek senden önce geldim buraya. Sanki kendi evimdeymişim gibi rahat olmak istedim. Bu ortama ne kadar alışırsam, sen o kadar yabancı kalacaktın aklımca. Zamanı tüketmek için içmediğim iki çay söyledim. Birini koyu bahanesiyle, diğerini saati izlemekten soğuttum diye içemedim. Sürekli önüme düşen ve yapmak için uzun zaman harcadığım perçemimi de elimle oynamaktan sonunda bozmuştum.

 ''Sakin, sakin!''

Kendime telkinlerde bulunuyordum. ''Korkacak bir şey yok''. Beş yıl boyunca ne haltlar yediysek onları anlatıp ayrılacaktık, hepsi bu. ''Abartma kızım bunu yapabilirsin''. Oysa içim içimi yiyordu ''Neden?'' sorusunu bir de suratına baka baka sormam için.

Son dakikalara girdikçe ayağım vücudumdan bağımsız olarak hızlı hızlı sallanmaya başladı. Ellerim de yer bulamıyordu kendine. Her kapıdan girenin sen olma şansı artmışken, artık bakamıyordum bile. Bir tarafımda büyük nefret, diğer tarafımda ona inat aşkın oturduğu masada bekledim seni tekil başıma.

Artık saate de bakmak istemiyordum, ''Ya bir köşeden bana bakıyorsa?'' Başım öne eğik tırnak kenarımdan et parçası kopardım. Kopardığım et parçam ''Merhaba,'' dedi.

Sonsuzdu kelimeler oysa, ağzımdan dökülmeyi beceremediler.

Süreyya

15 Mart 2012 Perşembe

Yağmurdan Kaçmayan


Yağmur henüz başlamıştı. Aysel ve Banu, heyecanlı damlalara aldırmıyor gibi görünmeye çalışsalar da, hızlandırdıkları adımlarından tedirginlikleri anlaşılıyordu. Banu’nun topuklu ayakkabılarının sesi, savurduğu yağmur damlalarıyla daha tok duyulmaya başlamıştı: Tak, tak, tak… Boynuna doladığı sımsıkı atkısının içinden sızan ürkek bir sesle “Hala gelmedik mi yahu?” dedi. Sorusundan güç almış gibi devam etti: “Bu kadar uzak olduğunu bilsem, gelmeyi iki kez düşünürdüm doğrusu…” dedi.

Aysel, kendi dünyasından istemeyerek dışarı çıkartılmış ulvi bir düşünceymiş gibi uzak diyarlardan cevapladı onu, ilgisiz: “Geldik zaten. Hemen şurası. Sola…”

Müzeden içeri girdiklerinde az önce altında yürümekte oldukları yağmurun hayli hızlandığını ayrımsadılar. Atkılar, bereler yağmur damlaları savurarak çıkartıldı, saçlar salındı. Otuzlu yaşlarında iki hoş kadının varlığıyla yayılan dişil enerji müze girişini kapladı. Banu’nun uzun siyah saçları, bir gün önceden kaldığı belli olan, hafif bozulmuş fönüyle yine de güzel görünüyordu. Aysel ise alnına yapışan kâküllerini umursamazca kenara iteleyerek, farkında olmadığı salaş çekiciliğiyle dikkati çekiyordu. Banu, entelektüel bir sergiyi görmeye gelmiş bakımlı bir hanımefendi edasıyla boğazını temizledi, yüz ifadesini değiştirdi. Birkaç kez gözlerini kırpıştırarak, rimelindeki yağmur kalıntılarını silkeledi. Makyajı akmış olabilir diye, yüzük parmaklarıyla gözaltlarını sildi. Aysel’in aklı hala başka yerlerde gibiydi. Aslında var olmayan biri gibi emaneten mağrur duruyordu ve aynı aitsiz havayla evindeymiş gibi davranmaya çalışıyor, müzeyi sahipleniyordu. “Eşyalarımızı vestiyere veriyoruz Banucum, bütün sergi boyunca elimizde taşımayalım.” Banu’yu bu sergiye çağıran o’ydu. Bu nedenle durumla biraz daha ilgili görünmek için koordinatları da belirledi: “Banucum, şuradan çıkacağız, merdivenlerden.” Neden asansöre binmediklerini anlayamayan Banu’nun topuklu ayakkabılarının sesi sanki daha da fark edilir olmuştu. Aysel buna dikkat edecek kadar bile “orada” değildi. Topuklu ayakkabıdan nefret ettiğini düşünmemeye çalışarak Banu’nun bir iki adım önünden ilerliyordu. Aysel Frida’ya gelmişti. Diğer her şey, serginin kendisi bile, bir adım gerideydi onun için. En başta da Banu ve topuklu ayakkabıları.

Banu kısık bir sesle: “Şimdi bu Frida, hani senin bana filmini verdiğin o büyük kadın ressam değil mi? Emrecan rahat bıraksaydı bir solukta izlerdim, vallahi çok güzel filmdi.” dedi. Aysel sergi ortamında sohbet açılmasından, hele ki çoluk çocuktan bahsedilmesinden rahatsız olmuştu. “Evet. Film ressamın hayatını anlatıyordu zaten. Frida’nın hayatını beğenmişsin yani sen. Sergiyi de seveceksin…” Sesinde gizli bir agresyon seziliyordu. Oysa Banu içten içe aşağılandığını çoktan hissetmişti: Filmden değil, kadının hayatından etkilenmişmişim! “Hmm… Hoş bir müzeymiş burası.” diyebildi belli belirsiz, bakışları Aysel’in üzerinde yabancılayarak gezindi yan yan.

Aysel’in şansı yaver gitmişti, sergi fazla kalabalık değildi. Sessiz bir ortamda, resimlerle istediği gibi ilgilenebileceğine sevindi. Tam da o sırada sordu Banu, patavatsızlık yaptığını hiçbir zaman ayırt edemeyen bir kadının çocuksu ahengiyle: “Ünlüler de bu sergiye geliyor diye okumuştum, ama kimse yok ki burada Aysel! Hep halk...” Aysel işaret parmağını dudaklarına götürüp, nazik olmaya çalışarak susturdu onu. Banu kendini, atmosferi acı duygularla dolu bir hastanede şımarıklık yapan küçük bir çocuk gibi hissetti. Bir işaret parmağıyla azarlanmıştı. Otuzaltı yaşına gelmiş, biricik oğlu Emrecan’ı bin bir fedakârlıkla büyütmüş, hayatın çilesini çekmiş ve yine de güzel kalmayı başarabilmiş bu müthiş kadına yapılacak hareket miydi şimdi o! “Aysel işte…” diye düşündü içinden Banu, “Bencil. Takıntılı. Tipik Aysel işte! Aşağılayıcı.” Tadı kaçmıştı biraz Banu’nun... Yukarıya çıktıkları gibi, tabloların önünden hızlı hızlı yürümeye başladı. İlgileniyormuş gibi görünmeye çalışıyordu, ancak oradan bir an önce çıkmak istediğini belli eden beden dili onu ele veriyordu. Gerilmişti. Müzeden çıkmak istiyordu.

Aysel aşırı bir sessizlikle yaklaştı yanına, fısıldadı: “Banu biraz yavaş yürü. Ayakkabıların çok ses yapıyor. Acelemiz yok. Emrecan’ı bugün okuldan Faruk alacak demedin mi? Güzel güzel gezelim işte sergiyi… Sakin.” Banu irkildi, topuklu ayakkabılarına baktı mahcup mahcup. Kısa bir soluk aldı. Şu Aysel de hep haklıydı! Sonuçta kırk yılın başı bir sergiye gelmişti, neden tadını çıkarmasındı. Yavaşladı. Kendini sanatın kucağına bırakmak üzere hazırlandı, en yakındaki tabloya yaklaştı. Frida çirkin ama ilginç bir kadın, sanki diye düşünmeye başlamıştı ki; durum ne olursa olsun konuşmaya hakkı olduğunu düşündüğü Aysel, parmak uçlarında yürürcesine söze girdi: “Bu resimleri yapan kadının engelli olduğunu, uzun bir süre de yatalak yaşamış olduğunu düşünebiliyor musun? İnanılmaz değil mi? Hayata tutunmayı başarmak böyle bir şey işte. Güçlü kadın…” Banu etkilenmişti. Frida’nın otoportresinin önünde durdu ve aniden keyfi yerine gelmiş gibi savurdu cümleleri: “İyi de kimse mi ilgilenmemiş bu kadınla yazık ya, şu bıyıklarını alıverselermiş bari!”. Aysel’in gözlerinden tsunami dalgaları gibi yükselen ayıplama dalgaları Banu’yu okyanusun derinlerine gömmek üzere toplanırken, Banu çoktan gülmeye başlamıştı bile. “Hayır, yani özürlü olması, güzel görünmesine engel değil ki… Aaa, dur ama. Renkleri çok güzel kullanmış yalnız, bakar mısın bir şu tabloya, süper!”

Aysel içinde kalmış sinirinin midesinde bir yumruya dönüşmesiyle meşgul olduğundan, ancak diğer tabloya doğru yavaşça yürüyebildi. Neden getirmişti sanki Banu’yu buraya? Frida ve Aysel baş başa kalsalar daha çok şey paylaşabilirlerdi pekâlâ. Banu’nun boş hayatına sanatsal bir katkı yapmak için bunca uğraştığına değmiş miydi şimdi sanki! Banu, güzelim sanatı bıyığından yakalıyor, Aysel’i de hayatla ilgili derin bir sorgulamaya sürüklüyordu, hepsi bu! Banu ise kendine gelmişti besbelli: “Ay Aysel, gel gel… Töbe töbe… Gelsene bak nolur, ya pardon da, şu kaktüsler çüke benzemiyor mu bir bak allasen ha-ha-ha…” Son darbenin gelişi Aysel tarafından öngörülemedi. Banu’ya olan siniri kendi içinde girdaba dönüşürken, bu son cümleyle ortalık fena halde pislenmişti artık. Aysel, Frida’sını Banu’nun gazabından derhal kurtarmalıydı. Banu’yu oradan uzaklaştırmaktan başka çaresi olamazdı. Sesine yansıyan vazgeçmişlikte nefret yüklüydü: “Yürü Banu, yürü çıkalım. Bu sergiye tek başıma gelmeliydim, hata ettim. Başka zaman gelirim. Haydi, çıkalım…”

On bir yıldır koca buyruğuyla süren evlilik hayatının biriktirdiği isyan duygusuyla mı, kıymetlisi Emrecan’ın okulda çizdiği resimleri, bu Frida denen kadının yaptıklarından daha güzel bulduğundan mı bilmeden, ittirilmekte olan kolunu Aysel’den kurtardığı gibi bütün gücüyle dikildi karşısına. “Bir dakika Aysel, pardon da bir dakika! Rahat bırakır mısın kolumu! Gidip gitmeyeceğime ben karar veririm. Buraya sana süs olayım diye gelmişim, o belli. Havanı bozdum, onu da anladım. Bak Aysel, seni severim, akıllı kadınsın, çok okumuşsun, benden daha çok biliyorsun hayatı, saygım sonsuz. Ama artık hiç hoşuma gitmiyor... Seninleyken sürekli itilip kakılmaktan bıktım! Seninle görüşmek istemiyorum artık. Senin entel saçmalıkların yüzünden evde yemek yapmayı unutuyorum, Faruk’la sevişirken senin feminizm söylemlerin aklıma geliyor, boşalamıyorum. Senin verdiğin o zehir zemberek kitaplar yüzünden uykularım kaçıyor… Emrecan’a sabahları portakal suyu sıkamıyorum ya, uyanmak bile istemiyorum çünkü bazen - hepsi senin yüzünden, hepsi senin bu entel saçmalıkların yüzünden!”

Aysel, Banu’nun söylediklerinden çok, ses tonunun yüksek olmasına bozulmuş, kendi evinde rezil olma katsayısını düşürmeye çalışıyordu: “Tamam Banucum, sakin ol… Etkilendin sen bu ortamdan, gel dışarıda konuşalım biraz, lütfen…” dediğinde, Banu’nun hışmı Aysel’in varlığıyla artıyor, kelimeleriyle keskinleşiyordu. Artık onu kimsenin tutamayacağı gözlerindeki alevden anlaşılıyordu: “…rezil mi ettim seni canım? Rezil mi oldun bu hiç tanımadığın entel arkadaşlarına benim yüzümden? Arkadaşlar çok pardon yaa… Sizi sanatınızdan alıkoyduğum için çok mutluyum, kusuruma bakmayın! Alın bıyıklı Frida’nızı da başınıza çalın! Siz hanımefendi, evet siz, bir gün kadın olduğunuzu hatırlayıp da çocuk yaparsanız, oğlunuzun çizdiği çocuk resimlerinde kaybedeceksiniz kendinizi haberiniz yok!” Hanımefendi şaşkın, rahatsız yüz ifadesiyle mırıldandıysa da “İyi de benim iki kızım var… Buna ne oluyorsa şimdi?”, o ve onun gibi kadınlar Banu’nun yedi nokta sıfır şiddetindeki sözlerinden çoktan nasibini almışlardı.

Banu, dışlanmışlığın verdiği güçle devam etti: “Belki ben aptalım size göre, cahilim, ama sizin gibi yalnız ve mutsuz değilim, tamam mı! Ölmüş Frida’nızı da alın, ben kocamın, oğlumun yanına, sizin beceremediğiniz o sıcak yuvama gidiyorum, tamam mı! Aysel, sakın gelme peşimden! Bu iş burada bitmiştir. Seni ne bir daha görmek, ne en son izlediğin film hakkında bir şey duymak, ne de o çok âşık olduğun ölmüş, çürümüş yazarların perişan hayatlarından haberdar olmak istiyorum! Ne biçim insanlarsınız siz ya! Yeter ama!”

Tak, tak, tak… “Bu Frida denen kadın da bildiğin bıyıklı ayrıca!” Patavatsızlığının çocuksu ahengi, bu son cümlesiyle müzenin ağırlaşmış havasında elle tutulabilecek kadar sert kalmıştı. Sergi alanından hızla çıkıp, merdivenlerde yankılanan topuklu ayakkabılarının sesi sinirini daha bir vurgulasın diye yere bütün gücüyle basan Banu’nun ardından huzursuz bir sessizlik kaplamıştı salonu. Aysel sinirden titriyor, takırdayan çenesinin sesi duyulmasın diye dişlerini sıkıyordu. Etrafına baktı. Mağdur hanımefendinin dışlayan bakışları, az ilerideki aşkları bozulmuş el ele çiftin çıkışa doğru yönelmesi, güvenlik görevlisinin yanında bitivermesi, hepsi o an olmuştu, bir anda. “Hanımefendi lütfen, bunlar hiç uygun olmadı. Sergiyi terk etmenizi rica etmek durumundayım. Ziyaretçilerimize daha fazla rahatsızlık vermeyelim, lütfen...”

Aysel oradaki varlığıyla ancak Banu’yu çağrıştırıyordu artık. Bir kendisi yoktu. Banu’dan arta kalan sefil bir cahil kadındı o an, oracıkta, hem de canısı, Frida’sının sergisinde! Titreyen vücudunu kontrol etmeye çalışarak, gözyaşları yere damlamasın diye hafifçe kafasını öne arkaya atarak onayladı görevliyi. Adam haklıydı. Hiç yakışık almamıştı bu durum şimdi, kimse bir şey anlatmasındı, Aysel zaten mahvolmuştu… Hatırlayacaklardı onu artık. Bu müzeye bir daha kendi olarak gelemeyecekti. Banu, ince eleyip sık dokuduğu entelektüel kimliğini sivri topuklarıyla delip geçmişti işte. Aysel, fena yenilmişti.

Çıkışa doğru bir adım attı ve nerede olduğunu yeni fark etmiş gibi dönüp, Frida’yla göz göze geldi. Yağlı boya tablodan kendisine bakan Frida kızmıştı Aysel’e. Çok kızmıştı. Hayal kırıklığına uğramıştı. O ne yapmaya çalıştıysa, Aysel hepsini yanlış yapmıştı. Yalnızlığıyla baş edemediği için Banu’yu buraya sürükleyerek Frida’nın yüzünü çoktan kara çıkarmıştı zaten. Frida’nın gücüyle tek başına karşılaşmaktan korkmuştu işte! Yüzleşmekten… Zayıf ruhu, Frida’nın güçlü bakışları altında iyice ezilmişti artık. Banu’ya tek söz edemeyecek kadar zayıftı, bu kadardı işte Aysel! Frida olsa, Banu’ya ne yapılacağını bilirdi, tek bir cümleyle onu yerden yere vurabilirdi. Zekiydi, güçlüydü… Oysa Aysel’in tek bildiği; soğuktan üşümüş iki oda evine gitmemek için, Taksim’in kalabalığında yalnızlığını unutmaya çalışarak hızlı hızlı yürüyeceği, Frida’yı da düşünmemeye çalışacağıydı o an.

Hızlı hızlı indi merdivenleri, hiç ses çıkarmadan, çabuklukla… Vestiyerden gözyaşları içinde aldı eşyalarını, görevlinin soru sormasından korkarak neredeyse attı kendini son basamaklardan aşağıya. Kaybolmayı, tamamen bitmeyi istediği o anda yakalandı sağanak yağmura, hemen kapının önünde. Yağmur şimdiye kadar dinmiş olmalıydı ama! Alelacele takmaya çalıştığı beresi çamurlu suya düştüğünde “Tabi, zaten…” dedi yaşlı bir teyze gibi söylenerek, “Zaten… Böyledir hayat.” Kendini yağmurla cezalandırmak için yavaş yavaş yürüdü sağanakta, ruhunu iteleyen rüzgâra sövdü bu kez…

Nefin

Beyoğlu'nun En Güzel Yapısı


Şöyle bir gerinip kendine geldi, eklemlerini çatırdattı. İki yanı birbirine yaslanmış yapılarla dolu yol üzerinde temeline sıkıca tutunmaya çalışıyordu. Yaşlıydı oysa! Tenini saran taşlar kirlenip griye dönmüş, ön yüzündeki süslemeler yer yer kırılmış, kendinden kopmuştu.

Dün gece giriş merdivenine bırakılmış bira kutularını dışarı fırlattı. Gövdesine asılmış olan afişlerden birini beğenmedi, yırtıp attı. Çatıdaki pencerelerinden birini açtı, temiz havaya ihtiyaç duyarak. İçeriye dolan esinti insan sesleriyle karıştı. Gülüşmeler, bağrışmalar, konuşmalar, telaş, neşe. Can geldi bedenine.

Bağırsaklarında gezinen sıçanları hissedip gıdıklandı. Yıllardır kendisini hiç terk etmeyen vefalı dostlarından biri. Bir de örümcekler vardı. Yer yer çökmüş ahşap döşemesinin aralarında oynardı onlarla.

Ön camından içeri sızan ışık huzmelerinde oradan oraya uçuşan toz zerreciklerine daldı. O sırada karşı komşusunun ön yüzüne asılmış reklamı gördü. Üzerinde "Beyoğlu'nun en güzel yapısını seçiyoruz!" yazıyordu iri harflerde.

Umutla doldu yüreği, heyecanlandı. Kendisine güveniyordu aslında. Ama bu saç, bu yüz, bu giysiyle nasıl çıkabilirdi onların karşısına? "Benim tenim eskiden gri değildi, yüzümdeki metal süslerimin İstanbul'da eşi benzeri yoktu, ahşap döşemelerim de sapasağlamdı, duvar kâğıtlarım tertemiz, boydan boya duvarları kaplardı." dese, kabul ederler miydi?

Çevresindeki yapılara baktı. Çatıdaki penceresini sıkıca kapattı. Diğer binaları görmek istemiyordu. Hepsi insanlarla renkli renkli yaşıyor, yaşatıyordu. O nasıl bu hale gelmişti, İstanbul’un ilk modaevinin içinde açıldığı günü hatırladı. Tüm haşmetiyle kapılarını şehrin tüm hanım ve beylerine açtığı günlerini özledi. Sonra içindeki boşluğa geri döndü.

Bir kaç gün sonra, sabahın ilk ışıklarında bir ses duydu içinde. İki takım elbiseli adam konuşuyor, duvarlarına dokunuyorlardı. Sesleri uğultuyla yankılanıyordu. İlk katındaki büyük salonu geçip örümcek ağlarıyla kaplı asansörün başına ilerlediler. Desenli metal kapıyı açıp düğmeye bastılar. Karnı buruldu, içinde bir acı hissetti. Senelerdir kullanılmamış yağsız çarkları döndürmeyi denedi. Dişlilere güç vermeye çalıştıkça canı çok daha fazla yandı. Kızdı adamlara. Neyse ki adamlar daha fazla diretmediler ve yeniden düğmeye bastılar. Çarkları inledi ve durdu.

Merdivenlerini tırmanmaya başladılar. Vitraylarına dokunurken, bir parçası daha düşüp kırıldı. İçi iyice kabardı. Ne yapmak için gelmişlerdi? Eğer zarar vermek gibi bir niyetleri varsa onları kovmasını iyi bilirdi. Gitmeleri için birkaç kapısını ve penceresini açıp kapaması yeterliydi.

Fakat adamların kırdıkları vitray karşısında üzüldüklerini görünce, konuşmalarına kulak kabarttı. Nasıl yeniden birleştirebileceklerini tartışıyorlardı. Ve ne kadar benzersiz olduğunu. Yenilemekten, temizlemekten bahsediyorlardı. Gevşedi, kötü bir amaçları olamazdı herhalde. Umutlandı, acaba yıllardır beklediği insanlar onlar mıydı?

Çatı katına kadar çıktılar, yağmur alan deliği bir naylon ile kapattılar. Sonra gittiler.

Bir rüyada gibiydi yıllar sonra yeniden boşluğunda kendisine bakan insanları hissettiği için. Mutluydu, yeniden güzelleşip yalnız kalmayacağı için. Artık komşularının ışıkları onu hüzünlendirmeyecekti. O gece, keman çalıp para toplayan kadınla beraber dans etti, kapısına yaslanıp bira içen çocuklarla sarhoş oldu.

Ertesi sabah erkenden uyanıp beklemeye başladı onları. Bugün güneş daha parlaktı sanki. Pencerelerini açtı, içerisini havalandırdı. Kapısının önünden geçenleri seyrederek beklemeye başladı. Ta ki hava kararana dek. Sonra içeri çekildi, pencereleri kapattı. Belki başka bir işleri çıkmıştı. En kuytu köşesine çekildi.

Ertesi sabah tekrar erkenden kalkıp beklemeye başladı. Ertesi gün de bekledi, öbür gün de. Hüzne gömüldü, daha yaşlı ve yorgun hissetti kendini."Beyoğlu'nun en güzel yapısını seçiyoruz!" afişine öfkeyle baktı. Boşuna heveslenmişti. Eskidendi o şaşalı günleri. Burada yavaş yavaş çürüyüp gidecekti. Ve bir gün yanacaktı acı acı, diğer arkadaşları gibi.

Fakat hiç beklemediği bir gün kapısı tekrar açıldı. Bu sefer ellerinde aletler olan bir sürü insan içeri girdi. Takım elbiseli o adamları gördü.

O günden sonra her şey hızlı gelişti. Kalabalık ekip her gün geldi. Her biri bir uzvunu temizleyip eksik parçaları tamamlıyorlardı. O da onlara yardım etti. Tesisatçının karnını beceriksizce deşmesine ses çıkarmadı, bedeni kimyasal maddelerle temizlenirken hiç tepki vermedi.

Günler sonra, yüzündeki son süs takıldığında, hazırdı. Günlerce onun için uğraşanlar karşısına geçip yüzüne baktıklarında, gururlandılar. Artık bir endişe yoktu; "Beyoğlu'nun en güzel yapısıydı." Belediye Başkanı madalyayı taktığında, buna en çok hak edenin kendisi olduğunu biliyordu.

Sinem

Yük



Bugün durgunum biraz.

Sabahtan beri pek hareket olmadı. Güneşin ilk ışıklarıyla içim ısınırken, etraftan bir iki gemi geçiyordu, o kadar. Hayli yavaş ilerliyorlardı. Yük gemileri. Varılacak yere varmalarıyla, bir sonraki yolculuklarına çıkmaları bir. Aceleye mahal yok. Bir şekilde seviyorum onları. Beni hırpalamadan ilerlemeleri en güzeli. Yavaşlıkları saygılarından…

Biliyorum, biliyorum, onlar yalnızca işlerini yapıyorlar.

Zaten bana batmalarını ben de istemem. Büyük işler açıyorlar sonra başıma. İçim dışıma çıkıyor onlar yüzünden. Yine de buradalar işte. Misafirler bana. Her seferinde.

Bugün biraz durgunum, ama ne yalan söyleyeyim, az gemiden değil.

Bugün en üzüldüğümü içime atmış insanlar. Bunu uygun bulmuşlar bana.

Bu sabah güneş doğmadan önce fark ettim. İçimde bir ölü var.

Ondan durgunum biraz. Fazla salınmak istemiyorum, ölüye saygısızlık olmasın diye yavaşım. Ötedeki fırtına akşam üstüne doğru uğrar bana... Elimde olsa dizginlerim dalgalarımı. Ama işte onlar ben, ben onlar.

Ölüyle ben, şimdilik seyirdeyiz. Henüz vakit var.

Oysa ne de güzel görünüyorumdur günün bu saati uzaktan... İnsanlar var kıyıda. Oturmuş beni izliyorlar. Dalgalarım onlara seyirlik geliyor. Ah, hele bir de geceyse… Hakları var: Ben ay ışığına şıkır şıkırım, onlar bana mest! Ne anlamlar yüklüyorlar bana bir bilseniz... Olmadığım, bir tek ben kaldım.

Bugün de, toprak ettiler beni işte. İçimdeki ölüyle. Bana gömdüler onu.

Durgunum. Yüküm ağır. Bugün yük gemilerinin halinden bir ben anlarım.


Nefin

Boy Aynası


“Neden ben değil de o?” en hüzünlü sorulardan biridir aslında. Hele ki benim gibi tüm çocukluğunuz kendinize bu soruyu sormakla geçtiyse...


Bu kez sana soruyorum anne: “Neden ben değil de o?”


Eski bir gardırobun boy aynasında sahnelenen oyunun en can alıcı repliği buydu.

Ayvalık’taki üç katlı taş evin bütün odaları, gün boyu ziyaretçilerle dolup taşmış, Eylül serinliği akşamüstüne doğru duvarları soğutmaya başlamıştı. Anneannem ölmüştü. Cenaze evinin taziye havasını bırakıp çocukluğumun büyülü anlarına dönmek için yukarı kata çıkan merdivenlere yöneldim. Merdiven başındaki o büyük sandık yerinde duruyordu. Pencereden giren kızgın güneş, üzerindeki püsküllü yeşil örtüyü soldurmuştu. Çocukken yaptığım gibi üzerine oturdum. İkinci kattaki büyük odanın kapısı aralıktı. Çocukluğuma dair en derin izlerin ve en yoğun anneanne kokusunun olduğu yer orasıydı. Yatağına uzanıp yastığını burnuma dayamak, kokusunun koynuna yatmak için odaya yöneldim. Kapı aralığından bakınca oymalı gardırobun boy aynasının önünde annem ve Nihal teyzemi gördüm. Hiç konuşmuyorlar, aynadan yansıyan görüntülerinde bile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Beni fark etmemişlerdi. Aşağıya dönmek üzereydim ki, annem yere doğru eğildi. Gardırobun altındaki iki büyük çekmeceden sol taraftakini yavaşça açtı. Açılırken tahtadan çıkan ses çok tanıdıktı. Gülümsedim. O iki tahta çekmece, Berrin ile benim bebek evimizdi. Sağdaki onun eviydi, soldaki benim. Küçük döşeklerde bebeklerimizi uyutur, tığla örülmüş minik el bezlerinden, elbiselerimizden artan kumaşlardan, sehpalarından aşırdığımız dantellerden örtüler, halılar yapardık. Kasabaya gelen panayırdan aldığımız pembe plastik çay takımını yarı yarıya paylaşmıştık. Oyun boyunca çekmeceler arası komşuluk yapar, evcilik oyunu bitince de içini derler toplar, bebeklerimizin üstünü örter, çekmeceleri kapatırdık. Tahtanın sürtünmesiyle çıkan ses, oyunun başlama ve bitiş zili gibiydi. Birbirimizin yüzüne doğrudan bakmaz, aynadan bakışarak konuşurduk. Ayna bizi içine alır, kendimizi birbirimizin gördüğü gözle görmemize vesile olurdu. Böylece kendimizi sahnede hisseder, kendimize seyirci olmanın keyfini çıkarırdık.

Annem açık çekmecenin önüne oturdu. İçindeki bebeklere, dantel örtülere, kesik şifon parçalarına baktı. Ağlıyordu... “Neden?” sorusunu ilk sorduğum on yıl önceki o sıcak Ağustos sabahında da bu çekmecenin önünde ağlarken görmüştüm onu.

O yaz sonu ilkokula başlayacaktım. Nihal teyzem eşini ve oğlunu yeni kaybetmiş, büyük bir mirasın sahibi olmuştu. Tek başına hayata devam edemeyeceğini kabullenip anneannemin yanına, bu eve yerleşmişti. Çok mutsuzdu. Bu tatsız olayın evde estirdiği kasvetli havaya rağmen, o yaz benden üç yaş büyük ablam Berrin’le çok eğlenmiştik. Ortalarda dolaşan çocuk neşesinin teyzemin acısını arttıracağını düşünen anneannem bize bu çekmece oyununu öğretmişti. Annemlerin de çocukken burada oynadıklarını bilmek bize çok iyi gelmişti. Bütün bir yazı neredeyse bu iki çekmecenin içinde, gardırobun dibinde, aynanın önünde geçirmiştik.
Berrin’le beraber geldiğimiz Ayvalık’tan Berrin’siz döndük. Aylarca dur durak bilmeyen sorularımın sonunda annemden ablamı teyzeme evlatlık verdiğini öğrendim.

İlk zamanlar neler olup bittiğini tam anladım sayılmazdı. Ancak ilerleyen senelerde Berrin’den gelen haberler canımı sıkar olmuştu. Biz Balıkesir’de kıt kanaat geçinirken, en büyük hediyemin arada bir anneannemin yolladığı zeytinyağı ve sabun kolilerinden çıkan yeni ayakkabılar ve Berrin’in küçülmüş süslü elbiseleri olduğunu düşünürsek pek de haksız sayılmazdım. Babamın işçi olarak Almanya’ya kabul edildiğinin, oraya gidişimizin kesinleştiği zaman bir kaç günlüğüne gelmiştik buraya. Büyümüş, ergenlik çağında sakin bir kızdı artık. Büyük bir odası, bir dolap dolusu elbisesi vardı. Kısa ve buruk vedalaşmadan sonra bir daha hiç gelmemiştik bu eve. Almanya’da geçen seneler bu evi, çekmecelerin içindeki evciliği ve Berrin’i unutmaya çalışmakla geçmişti.

Bunlar aklımdan geçerken çıkardığım hıçkırık beni ele verdi. Odaya girdim. Berrin’in çekmecesinin önünde durdum. Onun bebek evini açmak, hayallerimdeki eksikleri tamamlamak, Nihal teyzemin evinden Berrin’in evine gitmek istiyordum. Cesaretimi topladım, çekmeceyi usulca açtım. Gıcırdayan tahtaların sesi oyunu başlattı. Fakat devamı gelmedi. Berrin’in evi boştu. Teyzem kapıya doğru yöneldi. Teyzem odadan çıkarken Berrin’i fark ettim. Kapının önünde durmuş, başını pervaza yaslamış bize bakıyordu.

Çekmecede beyaz bir zarf vardı. Zarfı açtım. Bir fotoğraf çıktı içinden. Evin önündeki taş merdivende anneannem, annem, teyzem, ben ve Berrin tarhana ovalarken çekilen fotoğraf. Ertesi gün Balıkesir’e döneceğimiz için alelacele tarhanaları bitirmeye çalışıyor, bir yandan da çok eğleniyorduk. Resmin arka yüzünü çevirdiğimde oyunun tüm kahramanları aynadaydılar. Pür neşe oyuna katılmışlardı. Ta ki, arkasına yazılmış on yıl öncesine ait son replik okunana kadar.

“Neden ben değil de o?”

Mehtap

İçimdeki Çocuğa Ait Şarkılar



“Hiç yazasım yok.”

Kimseyle paylaşasım da yok, içimin kuytu köşelerine sakladığım çocuğu.
Hiçbir şarkı da hatırlamam.
Ketumumdur hatırlamak istemediklerimde.
Unutulmuş kelimeler gibiyimdir,
Bir köşede, tozlu, yalnız, suratsız.
Karanlıktan başka hiçbir şey bilmez küskünlüğüm.

Hatırladığım her bir çocuk şarkısı da içimi acıtır.
Hep uykularımda duyarım çocukluğuma ait şarkıları.

Kollarım büyür göğe erer bir cüce iken.
Devi olurum bilinmeyen kasabanın.

İçimdeki meczup uyanır ilahi bir sesle.
Hiçlik vardır, evim yoktur benim.
Hani derler ya görmesem de; bilmesem de o ev benim evimdir.
Yalandır.
Yalanın vazgeçilmez hafifliğiyle sarsılır,
Üç yataklı küçücük yatakhanenin yan duvarlarından sızan sesler.
“Bak postacı geliyor...”
Mırıldanırım yatağımın içinde; değişir şarkının sözleri.
“Bak annem geliyor...”

Harika

14 Mart 2012 Çarşamba

Pembe


Her hikâye bir “merhaba”yla başlar ya benim hikâyem de bugün başladı. Henüz birkaç saat oldu hayata “merhaba” diyeli.

Bu anı çok bekledim. Kolay değil! Tam dokuz ay on gün! Daracık bir yerde zaman geçmek bilmedi. Az önce açtım gözlerimi, beni hemen sarıp sarmaladılar. O’nun kucağına verdiler. O… Beni görünce ağlamaya başladı. Neden ağladığını tam anlayamadım; ama o ağladıkça ben de ağlamak istedim, daha çok ağladım. Aslında o daracık yerden kurtulduğum için kahkahalar atmam gerekirken ben ağladım. Ben ağladım, o ağladı… Elimi tuttu, yanağına götürdü… O an var ya… İşte o an… Rahatladığımı hissettim, üşümemeye başladım.

Ben içerideyken hep konuşurdu benimle. Masallar anlatır, şarkılar dinletirdi, arada başımı severdi. Karnımın acıktığını hemen anlar, karnımı doyururdu. En çok çikolatayı severdim, bilirdi. Birlikte uyurduk, beraber başlardık güne. İlk zamanlar birbirimize alışmamız biraz zor oldu; bu nedenle sıkıntılı günler geçirdik. Ama şimdi beraberiz. Ben onun kucağında, yumuşacık kolları arasında rahatım, mutluyum, huzurluyum. O da ağlamıyor artık, gülümsüyor. İkimiz de bu anı uzun zamandır bekliyormuş gibiyiz. Etrafımızda sakin bir sessizlik…

“Güzel kızım” diyor bana. Hep ellerimi öpüyor, kokluyor. Tuhaf bir kokusu var… Böyle nasıl desem? Rahatlayıcı bir koku, güven kokusu. Hep yanımda olsun, beni hiç bırakmasın istiyorum. Ona benzemek, onun gibi konuşmak istiyorum. İçerideyken çok merak ederdim onu. Acaba nasıl biri diye sorardım kendi kendime. Sesini duydukça yüzünü hayal ederdim. Şimdi bakıyorum da suratına… Güzel biri o… Böyle kocaman gözleri, upuzun saçları var. Hayal ettiğim gibi değil, daha farklı…

Tuhaf bir şekilde bağımlı hissediyorum kendimi ona. Sanki o olmazsa hayat duracak, nefes alamayacakmışım gibi geliyor.

Beraber gözlerimizi kapıyoruz. Etrafımızda bir sürü insan var; ama bizim umurumuzda değil. Birlikte olduğumuz o anın tadını çıkartıyoruz. Elimi bırakmıyor, sakın bırakmasın! 

Şu an bu söylediklerimin hiçbirinin farkında değil, biliyorum. Uyuyorum zannediyor. Varsın öyle sansın. Şimdi içimde başka bir heyecan var. Sabırsızım… Ona ilk “anne” diyeceğim gün için çok çok sabırsızım!

Ebru

Neye Yarar Hatıralar?


Bu eve en son ne zaman gelmiştik? Anımsayamıyorum. Geçen ay? Hayır. Ondan önceki ay? O zaman da bayramdı. Yok, yok tamam Eylül'de geldik en son. Ama ne garip! Çok daha yakın bir zamanda gelmiş gibiyim buraya. Aslında geldim. Rüyamda… Hatta seni balkonda gördüm. Ölü olduğunu bile bile konuşmaya devam ederek ve konuşabildiğimize şaşırarak…

Evin bahçesine bir ışık vuruyor. Güneş ışığından çok; bulutlu havanın insanın gözünü alan parlaklığı... Toprak, siyaha yakın bir kahverengiye dönmüş. Yapraklar dökülmüş, ıslanmış, birbirine girmiş. 

Sadece yazları; bir veya iki kere katılırdın bize. Her defasında yolu bahane edip; söylene söylene de olsa... Buna rağmen ne kadar izin varmış bu evde. Sabahları daha serin oluyor diye kahvaltı yaptığımız ön balkon, alt katın balkonuna rahat inebilmeniz için yapılan demir korkuluklar.

Daha içeri girmedim bile!

Kapı açılıyor. Ayağımı bastığım, göz ucuyla baktığım yerde hüzün bitiveriyor. Bakışlarımla haberini fısıldıyorum sanki eşyalara. Artık duymayan yok. Düzayak diye sana ayırdığımız odaya girip yatağa kıvrılmak istiyorum. Belki de tavana boş boş bakarken gözyaşlarımı serbest bırakmak.

Hayır, ağlamayacağım!

Salonda ilerliyorum. Camlı dolabın içindeki eski resimleri alıyorum. Albümü açtığım gibi eski kâğıt kokusu geliyor burnuma. Artık sen de o kokuların bir parçasısın. Oysa sen limon kolonyası kokardın. Koltuğa çöküyorum. Şöyle bir göz gezdiriyorum. Seninkilerden birkaçını bizimkilere fark ettirmeden çıkarıyorum. Görünmeyen acılar kadar siyah; yüzündeki sevinç kadar beyaz… 

Ürperiyorum!

Üzerimden çıkarmadığım montuma daha sıkı sarılıyorum. Biz buraya bu soğukta neden geldik? Tabii ya! Şömine yakacaktık. Başımı çevirip bir türlü tutuşmayan odunlara ve cılız aleve bakıyorum. Babam odunu tutuşturmak için eski bir gazete sıkıştırıyor araya. Belki okuyup, bir haberine kızmışsındır. Son bir yaşam belirtisi.. ama gazete de son umutla birlikte kül oluyor.


Evden çıkmadan aynalı dolabın özerindeki takvime takılıyor gözüm. On yedi Eylül'ü gösteriyor. Annem takvime baktığımı görüyor. Ne zaman geldiğimizi hatırlayalım diye bugünün tarihini işaretlememi istiyor.
Dilvin 

Bozkır


Fotoğraf İzzet Keribar'a aittir.

“İki bozkırım var benim. Biri Mardin, diğeri Ankara. Bu sebeple, sarı hayallerim.”

Mektubuna, bir söyleşimde not ettiği bu cümle ile başlamıştı. Aslında bana gelen elektronik postaları önce asistanım Erdinç okur, değerlendirir, gruplar, bana öyle aktarır. Ondan gelen mektubu, herhangi bir gruba dâhil edememişti. Üzerine ufak bir not düşerek göndermişti. “Lütfen okuyun Murathan bey.”


Her Pazartesi sabahı önce yürüyüş yaparım. Bir süredir tüm kitaplarımı ve yazılarımın yer aldığı defterlerimi toparlamaya başladım. Yaşayacağım sahil evine taşınıyordu eşyalarım. Güneşli bir sahilde geçirmek istiyordum kalan günlerimi. 

O Pazartesi Oya’nın mektubu ile doluydum. Bana, Mardin’de sahneleyecekleri oyunda rol vermek istediğini söylüyordu. Oyunu kendi yazmıştı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi tiyatro bölümü mezunuymuş. Oyunun başkarakteri bir zabıta memuru. Halil. Halil’in son sözlerini ben söyleyecektim ve perde kapanacaktı. 


Oyun sadece bir kere, Yirmibir Nisan’da, Mardin’de oynanacaktı. 

Halil yıllarca bir ormanda yürüyor gibi yürümüştü bozkırda. Benim gibi. Onun bozkırı, aynı zamanda gül bahçesiydi. Yıllarca küçük notlar almıştı defterlerine. Sonra bir gün evde yokken, elektrik kontağından yangın çıkmıştı. Çok şükür evde kimse yoktu ama eşyaların neredeyse tamamı yanmıştı. Uzun zamandır bilgisayara aktarmak istiyordu yazdıklarını ama fırsat bulamıyordu. Defterlerin hepsi kapkara olmuştu. Neye yanacağını bilemediği o gün Mardin’de gökkuşağının göründüğü gündür. Halil’in gökkuşağının peşinden kendini bozkıra attığı gündür. Bozkırındaki renkleri topladığı gündür. Murathan’ın Halil olduğu gündür o gün. Murathan’ın doğduğu gündür. Bir yerlerde kırkikindi yağmurlarının başladığı gündür.

Betül