
Yağmur henüz başlamıştı. Aysel ve Banu, heyecanlı damlalara aldırmıyor gibi görünmeye çalışsalar da, hızlandırdıkları adımlarından tedirginlikleri anlaşılıyordu. Banu’nun topuklu ayakkabılarının sesi, savurduğu yağmur damlalarıyla daha tok duyulmaya başlamıştı: Tak, tak, tak… Boynuna doladığı sımsıkı atkısının içinden sızan ürkek bir sesle “Hala gelmedik mi yahu?” dedi. Sorusundan güç almış gibi devam etti: “Bu kadar uzak olduğunu bilsem, gelmeyi iki kez düşünürdüm doğrusu…” dedi.
Aysel,
kendi dünyasından istemeyerek dışarı çıkartılmış ulvi bir düşünceymiş gibi uzak
diyarlardan cevapladı onu, ilgisiz: “Geldik zaten. Hemen şurası. Sola…”
Müzeden
içeri girdiklerinde az önce altında yürümekte oldukları yağmurun hayli
hızlandığını ayrımsadılar. Atkılar, bereler yağmur damlaları savurarak
çıkartıldı, saçlar salındı. Otuzlu yaşlarında iki hoş kadının varlığıyla
yayılan dişil enerji müze girişini kapladı. Banu’nun uzun siyah saçları, bir
gün önceden kaldığı belli olan, hafif bozulmuş fönüyle yine de güzel
görünüyordu. Aysel ise alnına yapışan kâküllerini umursamazca kenara
iteleyerek, farkında olmadığı salaş çekiciliğiyle dikkati çekiyordu. Banu,
entelektüel bir sergiyi görmeye gelmiş bakımlı bir hanımefendi edasıyla
boğazını temizledi, yüz ifadesini değiştirdi. Birkaç kez gözlerini
kırpıştırarak, rimelindeki yağmur kalıntılarını silkeledi. Makyajı akmış olabilir
diye, yüzük parmaklarıyla gözaltlarını sildi. Aysel’in aklı hala başka yerlerde
gibiydi. Aslında var olmayan biri gibi emaneten mağrur duruyordu ve aynı aitsiz
havayla evindeymiş gibi davranmaya çalışıyor, müzeyi sahipleniyordu.
“Eşyalarımızı vestiyere veriyoruz Banucum, bütün sergi boyunca elimizde
taşımayalım.” Banu’yu bu sergiye çağıran o’ydu. Bu nedenle durumla biraz daha
ilgili görünmek için koordinatları da belirledi: “Banucum, şuradan çıkacağız,
merdivenlerden.” Neden asansöre binmediklerini anlayamayan Banu’nun topuklu
ayakkabılarının sesi sanki daha da fark edilir olmuştu. Aysel buna dikkat
edecek kadar bile “orada” değildi. Topuklu ayakkabıdan nefret ettiğini
düşünmemeye çalışarak Banu’nun bir iki adım önünden ilerliyordu. Aysel Frida’ya
gelmişti. Diğer her şey, serginin kendisi bile, bir adım gerideydi onun için.
En başta da Banu ve topuklu ayakkabıları.
Banu
kısık bir sesle: “Şimdi bu Frida, hani senin bana filmini verdiğin o büyük
kadın ressam değil mi? Emrecan rahat bıraksaydı bir solukta izlerdim, vallahi
çok güzel filmdi.” dedi. Aysel sergi ortamında sohbet açılmasından, hele ki
çoluk çocuktan bahsedilmesinden rahatsız olmuştu. “Evet. Film ressamın hayatını
anlatıyordu zaten. Frida’nın hayatını beğenmişsin yani sen. Sergiyi de
seveceksin…” Sesinde gizli bir agresyon seziliyordu. Oysa Banu içten içe
aşağılandığını çoktan hissetmişti: Filmden değil, kadının hayatından
etkilenmişmişim! “Hmm… Hoş bir müzeymiş burası.” diyebildi belli belirsiz,
bakışları Aysel’in üzerinde yabancılayarak gezindi yan yan.
Aysel’in
şansı yaver gitmişti, sergi fazla kalabalık değildi. Sessiz bir ortamda,
resimlerle istediği gibi ilgilenebileceğine sevindi. Tam da o sırada sordu
Banu, patavatsızlık yaptığını hiçbir zaman ayırt edemeyen bir kadının çocuksu
ahengiyle: “Ünlüler de bu sergiye geliyor diye okumuştum, ama kimse yok ki
burada Aysel! Hep halk...” Aysel işaret parmağını dudaklarına götürüp, nazik
olmaya çalışarak susturdu onu. Banu kendini, atmosferi acı duygularla dolu bir
hastanede şımarıklık yapan küçük bir çocuk gibi hissetti. Bir işaret parmağıyla
azarlanmıştı. Otuzaltı yaşına gelmiş, biricik oğlu Emrecan’ı bin bir fedakârlıkla
büyütmüş, hayatın çilesini çekmiş ve yine de güzel kalmayı başarabilmiş bu
müthiş kadına yapılacak hareket miydi şimdi o! “Aysel işte…” diye düşündü
içinden Banu, “Bencil. Takıntılı. Tipik Aysel işte! Aşağılayıcı.” Tadı kaçmıştı
biraz Banu’nun... Yukarıya çıktıkları gibi, tabloların önünden hızlı hızlı
yürümeye başladı. İlgileniyormuş gibi görünmeye çalışıyordu, ancak oradan bir
an önce çıkmak istediğini belli eden beden dili onu ele veriyordu. Gerilmişti.
Müzeden çıkmak istiyordu.
Aysel
aşırı bir sessizlikle yaklaştı yanına, fısıldadı: “Banu biraz yavaş yürü.
Ayakkabıların çok ses yapıyor. Acelemiz yok. Emrecan’ı bugün okuldan Faruk
alacak demedin mi? Güzel güzel gezelim işte sergiyi… Sakin.” Banu irkildi,
topuklu ayakkabılarına baktı mahcup mahcup. Kısa bir soluk aldı. Şu Aysel de
hep haklıydı! Sonuçta kırk yılın başı bir sergiye gelmişti, neden tadını
çıkarmasındı. Yavaşladı. Kendini sanatın kucağına bırakmak üzere hazırlandı, en
yakındaki tabloya yaklaştı. Frida çirkin ama ilginç bir kadın, sanki diye
düşünmeye başlamıştı ki; durum ne olursa olsun konuşmaya hakkı olduğunu
düşündüğü Aysel, parmak uçlarında yürürcesine söze girdi: “Bu resimleri yapan
kadının engelli olduğunu, uzun bir süre de yatalak yaşamış olduğunu
düşünebiliyor musun? İnanılmaz değil mi? Hayata tutunmayı başarmak böyle bir
şey işte. Güçlü kadın…” Banu etkilenmişti. Frida’nın otoportresinin önünde
durdu ve aniden keyfi yerine gelmiş gibi savurdu cümleleri: “İyi de kimse mi
ilgilenmemiş bu kadınla yazık ya, şu bıyıklarını alıverselermiş bari!”.
Aysel’in gözlerinden tsunami dalgaları gibi yükselen ayıplama dalgaları Banu’yu
okyanusun derinlerine gömmek üzere toplanırken, Banu çoktan gülmeye başlamıştı
bile. “Hayır, yani özürlü olması, güzel görünmesine engel değil ki… Aaa, dur ama.
Renkleri çok güzel kullanmış yalnız, bakar mısın bir şu tabloya, süper!”
Aysel
içinde kalmış sinirinin midesinde bir yumruya dönüşmesiyle meşgul olduğundan,
ancak diğer tabloya doğru yavaşça yürüyebildi. Neden getirmişti sanki Banu’yu
buraya? Frida ve Aysel baş başa kalsalar daha çok şey paylaşabilirlerdi pekâlâ.
Banu’nun boş hayatına sanatsal bir katkı yapmak için bunca uğraştığına değmiş
miydi şimdi sanki! Banu, güzelim sanatı bıyığından yakalıyor, Aysel’i de
hayatla ilgili derin bir sorgulamaya sürüklüyordu, hepsi bu! Banu ise kendine
gelmişti besbelli: “Ay Aysel, gel gel… Töbe töbe… Gelsene bak nolur, ya pardon
da, şu kaktüsler çüke benzemiyor mu bir bak allasen ha-ha-ha…” Son darbenin
gelişi Aysel tarafından öngörülemedi. Banu’ya olan siniri kendi içinde girdaba
dönüşürken, bu son cümleyle ortalık fena halde pislenmişti artık. Aysel,
Frida’sını Banu’nun gazabından derhal kurtarmalıydı. Banu’yu oradan
uzaklaştırmaktan başka çaresi olamazdı. Sesine yansıyan vazgeçmişlikte nefret
yüklüydü: “Yürü Banu, yürü çıkalım. Bu sergiye tek başıma gelmeliydim, hata
ettim. Başka zaman gelirim. Haydi, çıkalım…”
On bir
yıldır koca buyruğuyla süren evlilik hayatının biriktirdiği isyan duygusuyla
mı, kıymetlisi Emrecan’ın okulda çizdiği resimleri, bu Frida denen kadının
yaptıklarından daha güzel bulduğundan mı bilmeden, ittirilmekte olan kolunu
Aysel’den kurtardığı gibi bütün gücüyle dikildi karşısına. “Bir dakika Aysel,
pardon da bir dakika! Rahat bırakır mısın kolumu! Gidip gitmeyeceğime ben karar
veririm. Buraya sana süs olayım diye gelmişim, o belli. Havanı bozdum, onu da
anladım. Bak Aysel, seni severim, akıllı kadınsın, çok okumuşsun, benden daha
çok biliyorsun hayatı, saygım sonsuz. Ama artık hiç hoşuma gitmiyor...
Seninleyken sürekli itilip kakılmaktan bıktım! Seninle görüşmek istemiyorum
artık. Senin entel saçmalıkların yüzünden evde yemek yapmayı unutuyorum,
Faruk’la sevişirken senin feminizm söylemlerin aklıma geliyor, boşalamıyorum.
Senin verdiğin o zehir zemberek kitaplar yüzünden uykularım kaçıyor… Emrecan’a
sabahları portakal suyu sıkamıyorum ya, uyanmak bile istemiyorum çünkü bazen -
hepsi senin yüzünden, hepsi senin bu entel saçmalıkların yüzünden!”
Aysel,
Banu’nun söylediklerinden çok, ses tonunun yüksek olmasına bozulmuş, kendi
evinde rezil olma katsayısını düşürmeye çalışıyordu: “Tamam Banucum, sakin ol…
Etkilendin sen bu ortamdan, gel dışarıda konuşalım biraz, lütfen…” dediğinde,
Banu’nun hışmı Aysel’in varlığıyla artıyor, kelimeleriyle keskinleşiyordu.
Artık onu kimsenin tutamayacağı gözlerindeki alevden anlaşılıyordu: “…rezil mi
ettim seni canım? Rezil mi oldun bu hiç tanımadığın entel arkadaşlarına benim
yüzümden? Arkadaşlar çok pardon yaa… Sizi sanatınızdan alıkoyduğum için çok
mutluyum, kusuruma bakmayın! Alın bıyıklı Frida’nızı da başınıza çalın! Siz
hanımefendi, evet siz, bir gün kadın olduğunuzu hatırlayıp da çocuk yaparsanız,
oğlunuzun çizdiği çocuk resimlerinde kaybedeceksiniz kendinizi haberiniz yok!”
Hanımefendi şaşkın, rahatsız yüz ifadesiyle mırıldandıysa da “İyi de benim iki
kızım var… Buna ne oluyorsa şimdi?”, o ve onun gibi kadınlar Banu’nun yedi
nokta sıfır şiddetindeki sözlerinden çoktan nasibini almışlardı.
Banu,
dışlanmışlığın verdiği güçle devam etti: “Belki ben aptalım size göre, cahilim,
ama sizin gibi yalnız ve mutsuz değilim, tamam mı! Ölmüş Frida’nızı da alın,
ben kocamın, oğlumun yanına, sizin beceremediğiniz o sıcak yuvama gidiyorum,
tamam mı! Aysel, sakın gelme peşimden! Bu iş burada bitmiştir. Seni ne bir daha
görmek, ne en son izlediğin film hakkında bir şey duymak, ne de o çok âşık
olduğun ölmüş, çürümüş yazarların perişan hayatlarından haberdar olmak
istiyorum! Ne biçim insanlarsınız siz ya! Yeter ama!”
Tak, tak,
tak… “Bu Frida denen kadın da bildiğin bıyıklı ayrıca!” Patavatsızlığının
çocuksu ahengi, bu son cümlesiyle müzenin ağırlaşmış havasında elle
tutulabilecek kadar sert kalmıştı. Sergi alanından hızla çıkıp, merdivenlerde
yankılanan topuklu ayakkabılarının sesi sinirini daha bir vurgulasın diye yere
bütün gücüyle basan Banu’nun ardından huzursuz bir sessizlik kaplamıştı salonu.
Aysel sinirden titriyor, takırdayan çenesinin sesi duyulmasın diye dişlerini
sıkıyordu. Etrafına baktı. Mağdur hanımefendinin dışlayan bakışları, az
ilerideki aşkları bozulmuş el ele çiftin çıkışa doğru yönelmesi, güvenlik
görevlisinin yanında bitivermesi, hepsi o an olmuştu, bir anda. “Hanımefendi
lütfen, bunlar hiç uygun olmadı. Sergiyi terk etmenizi rica etmek durumundayım.
Ziyaretçilerimize daha fazla rahatsızlık vermeyelim, lütfen...”
Aysel
oradaki varlığıyla ancak Banu’yu çağrıştırıyordu artık. Bir kendisi yoktu.
Banu’dan arta kalan sefil bir cahil kadındı o an, oracıkta, hem de canısı,
Frida’sının sergisinde! Titreyen vücudunu kontrol etmeye çalışarak, gözyaşları
yere damlamasın diye hafifçe kafasını öne arkaya atarak onayladı görevliyi.
Adam haklıydı. Hiç yakışık almamıştı bu durum şimdi, kimse bir şey
anlatmasındı, Aysel zaten mahvolmuştu… Hatırlayacaklardı onu artık. Bu müzeye
bir daha kendi olarak gelemeyecekti. Banu, ince eleyip sık dokuduğu entelektüel
kimliğini sivri topuklarıyla delip geçmişti işte. Aysel, fena yenilmişti.
Çıkışa
doğru bir adım attı ve nerede olduğunu yeni fark etmiş gibi dönüp, Frida’yla
göz göze geldi. Yağlı boya tablodan kendisine bakan Frida kızmıştı Aysel’e. Çok
kızmıştı. Hayal kırıklığına uğramıştı. O ne yapmaya çalıştıysa, Aysel hepsini
yanlış yapmıştı. Yalnızlığıyla baş edemediği için Banu’yu buraya sürükleyerek
Frida’nın yüzünü çoktan kara çıkarmıştı zaten. Frida’nın gücüyle tek başına
karşılaşmaktan korkmuştu işte! Yüzleşmekten… Zayıf ruhu, Frida’nın güçlü
bakışları altında iyice ezilmişti artık. Banu’ya tek söz edemeyecek kadar
zayıftı, bu kadardı işte Aysel! Frida olsa, Banu’ya ne yapılacağını bilirdi,
tek bir cümleyle onu yerden yere vurabilirdi. Zekiydi, güçlüydü… Oysa Aysel’in
tek bildiği; soğuktan üşümüş iki oda evine gitmemek için, Taksim’in
kalabalığında yalnızlığını unutmaya çalışarak hızlı hızlı yürüyeceği, Frida’yı
da düşünmemeye çalışacağıydı o an.
Hızlı
hızlı indi merdivenleri, hiç ses çıkarmadan, çabuklukla… Vestiyerden gözyaşları
içinde aldı eşyalarını, görevlinin soru sormasından korkarak neredeyse attı
kendini son basamaklardan aşağıya. Kaybolmayı, tamamen bitmeyi istediği o anda
yakalandı sağanak yağmura, hemen kapının önünde. Yağmur şimdiye kadar dinmiş
olmalıydı ama! Alelacele takmaya çalıştığı beresi çamurlu suya düştüğünde
“Tabi, zaten…” dedi yaşlı bir teyze gibi söylenerek, “Zaten… Böyledir hayat.”
Kendini yağmurla cezalandırmak için yavaş yavaş yürüdü sağanakta, ruhunu
iteleyen rüzgâra sövdü bu kez…
Nefin
bu kadınların neler yaptığını merak ediyorum
YanıtlaSilFrida ile ilgili herşey ilgimi çeker ama bu öykü bambaşka bir güzellikte :) Bir resim, resimde Frida bir müze ve Frida'yı görmeye gelen 2 kadın arasında çok güzel bir kurgusu var :) Keyifle okudum...
YanıtlaSilBayılıyorum bu öyküne Nefinnn...
YanıtlaSilBu öyküyü de, bu öyküyü sınıfta okuduğun günü de hiç unutmayacağım.
YanıtlaSil