12 Aralık 2012 Çarşamba

Duvar


Yine o renksiz kabusla uyandı yeni güne. Taşındığından beri açmadığı perdeden giremeyen ışık hala dışarıda hapisti. Yüzünü buruşturarak yataktan kalktı. Boğazındaki katranın acılaşan tadını yutkundu. Bugün de dükkanı açmayacaktı. ”Üç kuruş fazla kazanınca ne olacak? diye aklından geçirdi. Karyola satın almaya gerek duymadığından, ara sıra kız arkadaşı ile paylaştığı yatak, bayiden gelen adamın geçen sene bıraktığı yerde, odanın ortasında duruyordu. Kirli ve lekeli çarşafla kaplı yatağın yanındaki pantolonun üzerine basarak odadan çıktı. Lavabo aynasının bile kendini gösteremediği karanlık banyonun önünden geçerken “Güne tuvalette başlamak istemiyorum” diye düşündü.

Salonda, kanepenin önünde duran, birkaç gün önce dökülen biranın izlerini taşıyan sehpada, akşamdan kalan yarım paket kaymaklı bisküvi vardı. Buzdolabından kola şişesini aldı. Yarısından azı kalan, havası kaçmış litrelik şişeyi kafasına dikti. Peşi sıra ağzına attığı bisküvileri yutarken şişeyi sığdıramadığı ağzının kenarından dökülenlere engel olmaya çalışmadı. Kız arkadaşının, “Bardaksız ev olur mu hiç?” diye söylenmesini aklına getirdiyse de yüzünde beliren umursamaz ifade uzun sürmedi. Üzerini temizlerken eline bulaşan ıslaklığı şortuna sildi. Karnı tam doymamıştı.

Derin bir nefesle yoğun rutubeti içine çekip kafasını kaldırdı. Salonun tüm cephesini kaplayan, pencerenin iki metre önündeki apartmanın ziftli yan duvarı tam karşısındaydı. Gözleri, eğri yanaklı adamın siluetini aradı, bir süre sonra buldu. Yanağı biraz düzelmiş, yüzü gülüyordu. Karşılık vermedi.

Üç buçuk yıl olmuştu taşınalı. Işığı tamamen kesen duvar nedeniyle perde almaya gerek duymamıştı. Saatlerce kanepede oturup ziftle kaplı duvara bakabilirdi. Zamanla duvar değişti ve yeni oyuncular ortaya çıktı. Yeterince derine bakıp duvara girdiğinde çirkin yaşlı adamı gördü ve onunla karşılaştığı günü hatırladı. Hemen üstünde yarım yüzlü at ile topal çocuk duruyordu. Upuzun gökdelen ve büyük bir top sol köşedeki garip şekilli yaratıklarla birlikte duruyordu. Bugün daha önce girmediği gökdelenin sokağında yürümeye karar verdi. Kuş bakışı görünümünden sokaktaki insanlar seçilmiyordu. Önce yolun girişindeki büyük barikatı aşması gerekliydi. Barikatın arkasında onu bekleyen biçimsiz bir arabaya benzeyen demir makineyi geçmesi saatlerini alacaktı.

Lütfi Aydeniz

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hiç



Kapalı kapılar ardında bana bağışlatılan çocukluk hikâyem.
Sana bütün yazdıklarımı döksem sen olur muyum?
Sığınabilir miyim kalbine tıpkı ılıman bir limanda Aşk’ını arayan derviş gibi.
Hiç yazdırdım bedenime bir günde.
Belki senin bedeninde hep olurum diye.
Bir sabah uyandığımda

Harika

18 Haziran 2012 Pazartesi

BarAnkara

Andre Kertesz - Chez Mondrian

"Acele etmeliyim. Biraz daha sağa, hayır, ortaya doğru. Kapıyı açar açmaz ilk onu görmeli. "Dünden beri yirmi ikinci seferdi, anahtarı eline alıp dışarı çıktı, kapıyı kapattı ve anahtarı deliğe yerleştirip çevirdi. "Çıkırt!" Anahtarı sokarken eğildiği pozisyonda kalarak hafifçe itekleyip araladı kapıyı. Çiçek oradaydı, olması gereken yerde. "Tamam, oldu." Hızlıca doğrulup anahtarı bir seferde çıkardı delikten ve cebine koydu. İçeri girmeden önce etrafına bakındı. Apartmanın sessizliğini dinledi. Bu sırada gözü zilin üstünde yazan isme takıldı. "BaranKara. Bak işte, her şeyi planlasan bile gözünden bir şeyler kaçabiliyor." Aceleyle isimliği yerinden çıkarıp adının yazılı olduğu kağıdı aradan çekti. Önce cebine koyacaktı, sonra arkasını çevirince iz kalmayacak kadar beyaz olduğunu görüp isimliğe ters tarafını yerleştirdi. Gülümseyerek içeri girdi. Saksının altına sıkıştırdığı kağıdı eline aldı. "İnsan plan yapar, kader buna güler," diye geçirdi içinden. İki gün önce emlakçının düzenlediği evrakta Merve Koruk adını görene kadar her şeyi ayarlamıştı. Evdeki bütün eşyaları ikinci el dükkanına verip yakın geçmişiyle vedalaşmıştı. Uçak bileti, otel rezervasyonu, hepsi tamamdı. 

Zamanında boyunu aşan bir söz verdiği kadını aramaya karar vermişti Baran. Tanıştıkları şehre gidecekti ilk olarak. Ankara. Belki hala orada oturuyordu, belki hala aynı kafelere gidiyordu. Belki evlenmişti, çocuğu bile olabilirdi. Saçlarını boyamış, gözlük takmış, ayak bileğine narin bir orkide dövmesi yaptırmış. Merve, çiçekleri severdi, en çok orkideleri. "Bana neden hiç çiçek almıyorsun?" diye sorduğunda ne cevap vereceğini bilememiş, "Ben evcil hayvanları da evde büyütülen çiçekleri de sevmem. Hepsi doğal ortamında olmalı, çok isteyen yapma çiçek alsın," diye gevelemişti. Ama fikrini savunacaktı, benimsemişti birden. Merve de yapma çiçeklerle şişme insanların aynı şey olduğunu anlatacak kadar uzattı konuyu.  

Başka bir şehre yerleşmiş olabilirdi. Hep şikayet ederdi binaların grisinden, dumanından, insanların aynı renk giyinmesinden. Ama Ankara'da ona dair bir iz bulacağından emindi. Merve'nin sık görüştüğü bir arkadaşı vardı: Selin. Sürekli telefonlaşır, bütün gün olanlar üzerine konuşurlardı. Baran bu ilişkiye anlam veremezdi. Hatta Selin'i pek sevmezdi. Güzelliğinin fazlaca farkında olan insanlardan hoşlanmıyordu. Onun gibilerle görüştüğünde hep bir kusur aramakla meşgul olurdu aklı. Selin'in su böreği ısmarlarken "böörek," demesiyle rahatlatırdı kendini. Şimdi de o kadar sık görüşmediklerini düşünerek rahatladı. İnsanlar zamanla birbirini yorardı.

Bu arayış yıllarını almıştı ama o hazırlıklıydı. Hiç çalışmadan yaşayacak kadar parası vardı. Zaten hayatı boyunca paraya ulaşmak için çaba sarf etmesine gerek kalmamıştı. Evini satmasına gerek yoktu, ama bu evden kurtulmak istedi. Çok karanlıktı artık.

Şimdi orada öylece dikilip kapıdan dışarıya bakıyordu. Tam ortadaki anahtar yuvası hayatını ikiye bölmüş gibiydi. Sol yanında karanlık, tamamlanmamış hayatlar, bedensiz ruhlar, ruhsuz bedenler; sağ yanında ışık. Açık kapı dolusu ışık. Nereye giderse gitsin, ışık. Sol tarafta bir orkide ve ışık sadece onu aydınlatıyor. Çünkü beyaz olan tek şey o. Onun anahtarı çevirdiğinde ilk göreceği şey olan yapma çiçek. Elindeki kağıdı düzeltip çiçeğin kenarına iliştirdi.

"Benimle evlenir misin?" dediğim zaman "Evet," dediğinde kaçmaya başladım senden. Çünkü bu bir soru değildi. O zamanlar, yani biz çocukken "Seni seviyorum" demenin bir başka yoluydu, evlenme teklif etmek. Ama bir kere teklif edildi mi anlıyordu insan üstündeki ağırlığı. Şimdi hazırım bu yükü taşımaya, üstelik bu asla bir yük değil artık; ama bu sefer de sen yoktun. Seni bulacaktım. Her şeyi planladım. Senin beni hiç zahmete sokmadan karşıma çıkacağını tahmin edemezdim. Sahi, nereden geldi aklına İstanbul'a taşınmak? Bu ev peki, tesadüf mü? Neyse bunları konuşacak çok zamanımız olacak. Diliyorum. Evime hoş geldin. Sen gelene kadar iki sokak aşağıdaki BarAnkara isimli mekanda bekliyor olacağım.

Sevgiyle kucaklıyorum,

BaranKara


Pelin

6 Haziran 2012 Çarşamba

Şaşı


4156511
- “Şaşıyı öldürdüm.”
- “Efendim?”
- “Şaşıyı öldürdüm.”
- “İyi misin, oğlum?”
- “İyiyim, söyleyince rahatladım.”

Genç adam hapşırdı. Boşluktan gelip yerleştiği plastik sandalyede sırtı dimdikti. Onunla birlikte ortaya çıkan sarı kediyse ağacın altında dolanıyordu.

Adil Bey, çay bahçesinde aniden peydahlanan delikanlıyı süzdü. “Adın ne senin?” diye sordu. “Osman” diye cevapladı, başını çevirmeden. “Çay içer misin?” sorusuna ise mırıldanarak  “Olur” dedi.

Adil Bey, yan masaya dayanmış sigarasını içen garsona “bir çay” işareti yaptı. Duruşunu hiç bozmayan Osman, uzaklarda bir şey arar gibiydi. Ara sıra da terli ellerini pantolonuna siliyordu. Adil Bey, atmışbeş yıllık ellerine baktı, düşündüğü kadar kırışık değillerdi. Gülümsedi. Bulmacasını masaya koydu, gözlüğünü çıkardı. Dikkatlice yüzünü incelediği Osman’a, “Şaşı kim?” diye sordu. Osman’ın tepkisizliği içini rahatlatıyordu. “Yeterince yaşlanmıştı. Balkondan aşağı attım.” diye cevap verdi, çayını alırken. Bardağın altında toplanan damlalar etrafa saçıldı.

- “Sabah baktığımda yoktu. Çöpçüler gece geliyor. Onlar almıştır. Semra kedileri hiç sevmez... Ben onu öldürdüm.”
- “Semra, kız arkadaşın mı?”
- “Evet, hayır. Bugün evlenme teklif edeceğim. Balkonda oturuyordum, korkuluğun üstünden sırtıma çıkmaya çalışıyormuş. Onu farketmeden dönünce ayağı kayıp düştü. Yedi kat. Görmeye dayanamazdım. Bakmadım.”
- “Şu kedi de seni sevmiş görünüyor, baksana.”
- “Aaa, Şaşı, sen nerden çıktın? Ölmemişsin. Özür dilerim.”

Osman’ın şaşı kedisiyle buluşması Adil Bey’i de duygulandırmıştı. Ayağa kalkarak Osman’ın omzunu tuttu.
- “Yürü, hadi. Semra’ya gidiyoruz.”

Lütfi

29 Nisan 2012 Pazar

Pazartesi



Gemiler geçiyor yanı başımdan, boğaz düğümleniyor.

Bir Ermeni şarkısı duyuyorum çok uzaktan.

Kulağıma fısıldıyor.

Hüzün var seste, sen varsın.

Yalın.

Bu kaçıncı çarpıntı hayatımda sana ait?

Bu kaçıncı sana dokunamayışım?

Bugünün geldiğini bildim ben çok uzaktan.

Sessizlikteki fısıltılar, kuşların kanat çırpma sesi altına saklanmış.

Saka cıvıltıyla geçti şu an yanımdan.

Aldım selamını umarsız, mahzun tebessüm ederek.

Çok mu uzaktasın benden?

Bir kart çektim senin için içinde harf olan.

Çok yakıştı bana bu tasalı gülümseyişler.

Gün be gün sakin geçti hayatım.

Dudağımda kalan kahveye dokunuşun iz bırakmıştı.

Kapı eşiğinde kaldım en son, çalmayan telefonların sessizliğinde.

Bir not aradım, bir iz Istanbul sokaklarında.

Daha çok koştum gökyüzüne doğru Korsika sahillerinde.

Adı sen olan herkesi daha yakın hissettim kalbime.

Günlerden Pazartesi idin sen benim için; hafta başı kaçamağım.

Her bir duamda bir mantra; sabahları boğazımda bir yutkunma.

Ben bir Cuma uyandığımda anladım; Pazartesi gününü kaybetmiş olduğumu.


Harika

19 Nisan 2012 Perşembe

Yolculuk

Sadece bir an için düşüncelerimi durdurabilseydim. Tek bir an. An denen o nokta, sonsuzluğa açılan o kapı ve hemen kapansın razıyım. Bir an için okyanusu hissetsem. Yola devam etme gücü. O noktacıkta dinlenebilmek. Aklıma gelen şeyler, zihnimin içinde birbirini yiyor. Hiçbiri bir diğeriyle barışık değil. İşte yeniden paramparça olmayı deneyimliyorum, kendine tuzla buz olmuş bir aynadan bakmayı. Her parçada birbirinden farklı arzuların gözyaşları. Her gözyaşı kırık aynalardan sızıyor ve her kırık parça kalbime, ciğerlerime, gözlerime, etime saplanıyor. Lime limeyim.

Akşam, yavaş yavaş iniyor şehrin üzerine. Pembe bir battaniye gökyüzü. Mavisi de var. Kız olursa pembe, erkek olursa mavi. Doğuracak mıyım sahi? Yoksa öldürecek miyim onu?

Hamile kadınlara iki canlı derler ama bende çok can var. Bir canım anne olmak istiyor. Bir canım çok korkuyor. Bir canım umutla çarpıyor, bir canım umudun suratına kapıları çarpıyor, “çok geç kaldın.” diyor, o tren kaçtı artık ve kilitliyor kendini o karanlık odaya.

Mustafa! Artık bu meselede o yok. Uzun kirpikli, öldürücü güzellikte, ölümüne bencil ve beni bir türlü sevemeyen Mustafa. Ama isterdi beni sevmeyi. Kendisini bu kadar seven beni yanında tutmayı, içine sindirmeyi. Beğenmeyi. Beğenmesi gerektiğini düşündüğü ama bir türlü kalbine alamadığı beni. Anlıyorum onu, kanının akış hızı onu çok başka rüzgârlarla sürüklüyor. Bizim rüzgârlarımız farklı. Benim için ılık ılık esen, artık sadece akşam serinliğinin rüzgarıyla aynı değil onun başında esen yeller. Onun gibi ömrümün baharında, kışımın giriş kapısındayım. İçeri yalnız, eksik ve zamanın akışına karşı çaresiz girmek var. Büyük ihtimalle de öyle olacak.

Tunceli’de bu belediye otobüsünde ne işim var benim? İşim var sahiden de. Bu benim işim. İzlemek, bakmak, gördüğümün ötesinin de ötesini görmek. Aynı havayı soluduğum ruhlara nüfuz edebilmek. Ruhların kokusu vardır. Havayı değil ruhları koklarım ben. Havayı koklarmış gibi yaparken ve kokusu azalan bir ruh, ruhsallığını unutuyor demektir. Kokusunu kaybetmiş bir ruhun bedeni daha fazla kokar ve o kokuyu bastırmak için daha fazla parfüm sürmek gerek. Bu otobüsteki insanların bedenleri kokmuyor, parfüm de yok, ter kokusu da.

Kafamın içindeki sesler bana ait değil. Beynimin duvarlarına çarpıp yankılanarak geri dönen sesler.. olmalısın, başarmalısın, başaramazsın, yapamazsın, sen kimsin, ben kimim, başarırım, yine başarırım, kazanırım, yine kazanırım, onlara gösteririm, ben onu sevdim, unutmalıyım, hatta seviyorum, onsuz daha iyiyim, yalnız kalmalıyım, yazmalıyım, kaçmalıyım, dostlarıma sığınmalıyım, yazmalıyım, mesafe koymalıyım, onaylanmalıyım, sevilmeliyim, yazmalıyım, kendim olmalıyım, içime dönmeliyim, yazmalıyım, doğru yerde doğru zamanda olmalıyım, izlemeliyim, geç kalmamalıyım, yazmalıyım, çocuk yapmalıyım. Ya özgürlüğüm? Anne olmalıyım.. annem gibi.. onlar gibi.

Şu karşımda oturan genç kadın gibi.

Kucağında bebeği, bebeği gibi kendisi de pembe yanaklı, taptazecik bu kadın benim kızım olabilirdi. Bu durumda kucağındaki de torunum. Bunun farkında olmak, sadece bu gerçeğe, bu olasılığa bakmak kocaman bir dalga gibi çarpıyor yüzüme. Ve bu farkındalığın, bu görme gücünün içinde kendimle boğuşuyorum. Vücudumu ateş basıyor. Menopozdan mı, hamilelikten mi, öfkeden mi, şaşkınlıktan mı, sevinçten mi?

Dünyadan habersizliği, bebeğine gösterdiği ilgisi, sevgisi ne güzel. Gözlerimiz karşılaşıyor, gülümsüyorum. Mahcup, karşılık veriyor. Bir büyüğüne bakar gibi saygıyla karşılıyor gülümsememi. Başımı dışarı bakmak üzere çevirdiğimde beni inceliyor. Kıyafetlerime, ayakkabıma, küpelerime bakıyor. Bilmediği bir başka dünyadan gelen bu kadını merakla inceliyor. Ben onların kokusunu duyuyorum. Torunum ve kızım olabilecek bu iki ruhun. Onunla hiçbir ortak yanımız yok. Hayatlarımızın hiçbir yolculuğu birbirine benzemez. Ama buradayız işte, Tunceli’de son durağa doğru ilerleyen bu otobüsteyiz. Fark ettirmemeye çalışarak birbirimizi inceliyor ve kokluyoruz. Konuşarak değil, koklaşarak anlaşıyoruz.

Bu genç kadınla dertleşsem, acır mıydı halime? Evlenmiş, doğurmuş hele de kocasıyla iyi kötü anlaşan her kadın sahip olduğum parayı, taparcasına bağlı binlerce okuru, bir kalemde siler ve acır bana. Onlara göre hayatı ıskalamış, eksik bir kadınım ben. Hak veriyorum bu bakışa. Benim lanetim bu, her bakışa hak vermek, anlayabilmek ama sonsuz bir inatla kendi bildiğini yapmak. Ve aynı zamanda nimetim. Anlamak, anladığını kendi ruhunun mağaralarında demlendirip yeni anlayışlar yaratmak.

Şehrin en uzak köşesine giden bu otobüsün sakinleri yorgun olmalılar ama görünen o ki bu insanlar ne çok umut dolu, ne de yorgunluklarında kaybolmuşlar. Onlar şimdi, buradalar. Şurada uyuyan yaşlı adam bile burada. Büyük ihtimalle rüyasında da bir belediye otobüsünde. Belki Tunceli’de değil, belki onun otobüsü güneye iniyor. Neredeyse gülümsüyor, belki seyredildiğinin bile farkında. Ona ve şu an kaderimin kısaca ve basitçe bir yerden bir yere birlikte gitmekle kesiştiği bu insanlara bakıyorum.

Arkamda oturan üç lise öğrencisinin seslerini duyuyorum, bazı harflere keskin basışlarını ve bazı harfleri yok sayışlarını dinliyorum. Gençlerin konuşmalarında televizyonun etkisi çok net. Aksanları var elbet ama daha yumuşak onlarınki. Anneleri, babaları, hele dedeleri, büyükanneleri gibi dünyadan kopuk ve coğrafyanın sınırlarında hapis değiller. Öylesine içten ve tatlı tatlı kıkırdıyorlar ki, okulda geçirdikleri bugünün hayatlarının en mutlu, en geniş ve belki de en özgür günleri olduğunu hayal ediyorum. Ruhları yükseliyor gülüşleriyle ve ruhları yükseldikçe rahiyasını daha kıvamlı bırakıyor havaya.

Bazen kırk altı yaşında olmak bana kendimi özellikle iyi hissettiriyor. Yüzümde çizgiler çoğaldıkça içim genişliyor, ferahlıyor. Çizgiler dıştan derinleşirken içimi de derinleştiriyor, hatta yazdıklarımı da. Sahi, başarılı oldum mu? Ah anne! Aslında bu senin derdin, onu bana sen verdin. Ben hep sadece yazmak istedim, sen tutkumu zehirledin.

Sen bende yankılanan en acımasız sessin. Bana kes sesini diyen o mantıklı ses. Neyse ki o yankıların arasında sadece benim bildiğim gizli yollarım var. Oralardan akarım, kendimi yakarım, eksilir, çoğalırım ama yine de kelimelerimi akıtırım. Ben bir yazarım ve zavallı bir kadın. Aşkı kitaplarında ve kitaplardan bilen. Kimse inanmaz. Yanıma yaklaştırmam bilmesinler diye. Hırsından, başarı tutkusundan hayat arkadaşı edinememiş, aşkta başarısız bir kadın ve kitapları çok satan bir yazar.

İki yaşlı kadın bindi şimdi. Onlar yorgun. Birbirlerinin suratına bakmadan, kıpırtısız yüzlerle, kendilerinin bile duymadığı seslerle, bitkin konuşuyorlar. Öylesine bezgin, öylesine vazgeçmiş ve gülmeyi çok uzun süre önce bırakmışlar ki. Bırakılmışlar belki de. Büyük ihtimalle. Ne hakkında konuşuyorlar? Akşam ne yemek yapacaklarını mı, yoksa çocuklarının kendilerinden miras aldıkları mutsuzluklarını mı? Mutluluktan ya da mutsuzluktan konuştuklarını sanmıyorum. Vazgeçmek, insanın şahsi sözlüğünden kelimelerin kayıp gitmesiyle resmileşir. Kelimeler duyguların, kavramların bedenleridir ve kelimeler kayboldukça eksilir insan. Vazgeçmek bahsetmeyi bırakmaktır ve bu kadınlar artık günlük yapılacak işlerden, torunlarından, nefret ettikleri gelinlerinden ve mutsuz kızlarından ve belki de ölmüş kocalarından, yani görevlerinden, bıkkınlıkla bahsetmekten başka sözü edilecek hiçbir kelime bırakmamışlar geriye. Evlerinin tahta merdivenlerini ovalar gibi sabunlu sularla temize çekmişler mana defterlerini. Kokularını alamıyorum. Ve onların adını "vazgeçmişler" koyuyorum. Belki iki yaşlı adam olarak girerler romanıma. Yaz günleri ağır kokular salan bedenlerini Tunceli’nin güneşi altında sürükleyerek taşıyan ve yavaş yavaş ateşten, kıvılcımdan, dalgalardan, rüzgârdan ve ağaçlardan kopan iki ruh.

Bir başka durak. Bu otobüs hayat gibi. Hayatlar gibi. İlk nefesle başlayan yolculuk, o yolculuğa katılan başka hayatlar ve son durakta içi boşalan bedenler gibi, bu otobüs de boşalacak. Çekildiği garajda sessiz, ıssız, içine dolan nefesler sanki hiç alınmamış, sanki hiç verilmemiş gibi, kimsenin hatırlamadığı bir hurda yığını olacak.

Şebnem

18 Nisan 2012 Çarşamba

Welcome On Board

Cem: Burası gittikçe daralıyor, çok sıkıldım.

Can: Dikkat edersen burası daralmıyor. Biz büyüyoruz, sorun bizde.

Cem: Sen de sıkıcı olmaya başladın.

Can: Benden sıkılmak için biraz erken değil mi sence?

Cem: Neden? Buradan çıktıktan sonra da hep dip dibe mi duracağız?

Can: Sanmıyorum ama gene de yakın olabiliriz.

Cem: Saçma! Çok merak ediyorum, dışarıda neler olup bitiyor.

Can: Boşuna merak ediyorsun. Çıktığın zaman hiç memnun olmayacaksın.

Cem: Nereden biliyorsun? Daha önce hiç çıkmadın.

Can: Olsun, ben burayı seviyorum, çıkmak istemiyorum. Hem çıkma fikrine nereden kapıldın. Burası bizim evimiz. Dışarısı tehlikeli olabilir.

Cem: Tehlike mi, o nedir?

Can: Tehlike işte, biraz korkunç bir şey, zarar görmek gibi olabilir.

Cem: Ne çok şey biliyorsun. Eğlenceli gelmiyorsun artık bana.

Can: Bildiklerimi kıskanıyorsun.

Cem: Kıskanmak mı? Nereden aklına geliyor bu kelimeler, şeyler?

Can: Bilmem, konuşurken birden çıkıyor işte.

Cem: Anlamlarını atıyorsun yani?

Can: Atmıyorum, kendiliğinden biliyorum.

Cem: A-tı –yor-sun!

Can: Sen de bir gariplik hissetmiyor musun?

Cem: Evet. Bu ses neydi?

Can: Durrrr, nereye gidiyorsun?

Cem: Bu dev de kimmm? Gözünde neden camlar varrrr?

Mm


Müge

17 Nisan 2012 Salı

Orman

Yukarı uzanan patikanın sonu görünmüyor. Dev çam ağaçlarının ördüğü duvarın arasındaki yol bir yere varıyor olmalı. Ormanın büyüsü içinde yankılanan kuş sesleri huzur yerine korku veriyor.

Sonu yok. Nefesim tükendi. O kadar susadım ki sadece ağzım, dudaklarım değil, tüm vücudum kurudu sanki. Bir şeyler yemeliyim. Dinleneceğim, ama orman kararmadan yolu bitirmeliyim.

Ağaçlar ne tuhaf dev. Gökyüzüne ulaştıkları noktayı göremiyorum. Patikanın sonu... Biraz dinlenmem lazım…

Kuşları görmüyorum ama sesleri içimde. Orman konuşuyor, yaprakların nefes alışını duyabiliyorum. Yapraklara hayat vermeye giden suyun şırıltısı... 

Başım dönüyor.  Dinginlik yerine huzursuzluk. Yalnızım… Korkuyorum. 

Yapraklar, mantarlar, otlar; ormanın rengi. Ağaçta bir kertenkele bana bakıyor, bana, ormanın yabancısına, fosforlu gözleri üzerimde geziniyor.

Ayşenaz

Pul Pul

Güne kekeliyorum. Gözlerim açık, ama uyuyorum. Sevgisiz insanlar var her yerde gündüzleri. Onlarla konuşmuyorum. Konuşamam! Güne kekeliyorum. El ayak çekilip de geceleri, soluklar kesildiğinde uyanıyorum. Geceye avuç açıyorum. Işığım yoruluyor. Sönmesin diye avucumu siper ediyorum. Avucum yanıyor. Olsun. Hele gece olsun. Oluyor. Dönüp aya avucumu uzatıyorum. Parmaklarımı aralıyorum tüm gücümle. Derim geriliyor. Derim pul pul. Parmaklarımın arasından ışığı süzülüyor ayın. Ohhhh… Tek bir nefes. Ferahlıyorum. Kasıklarımdan ayaklarıma kadar. Kıyamet bu.

Ab-ı hayat bu.

Konuşabilirim artık. Bir bir anlatacağım sana güneş doğana kadar.

Cansev

16 Nisan 2012 Pazartesi

Parlak, Küçük ve Dikdörtgen

Bu sabah çalışma masama küçük, dikdörtgen bir güneş ışığı vurdu. Ve birdenbire, hâlâ o ışık kadar parlak, net ve küçük hatıralar saçıldı masaya. Ne zaman geleceklerini bilemezsin! Onları toplamak gerek ve elbette ki, ansızın bir sabah güneşiyle ortaya serilen bu parçalardan sakınmak gerek.

Yazdıklarımın kaynağı yalnızlığımdır. Sadece benim değil sanatçının beslendiği en eski acı. Yıllar içinde insanoğlunun derinlerinde hissettiği ve hep kaçtığı o korkutucu kimsesizlik kalemimden akan kuvvette kendini gösterdi. Bu bir seçim değil. Bu bir varoluş biçimi ve aslında yazmak benim için, bile isteye, gönülden bir teslim oluşla, ölüp, her ana yeniden doğmak demek. Yok olmak, görünmez olmak ve insanlık serüvenine herkesin bildiği o ortak kedere, tek başınalıkla bağlanmak demek. Her satırda, yeniden ölerek ve doğarak…

Kendimi saklamayı hep iyi bildim. Şimdi artık sona doğru yaklaşırken, başkalarının yanında ruhumun üzerine serili örtüyü kaldırdığım o nadir zamanlara merak saldım.

Onlar da yalnızlıklarım. Prizmanın en ucunda duran, her şeye yüksekten bakan ama koyu yalınlıklarım. Seninle yaşadıklarım.

Kedilere süt verirken mesela! Ya da giysi dolabının önünde ütü, düzen ve temiz çamaşır kokusunu, adeta bir fikir gibi havada tutup, koklayarak, bakarak, içimize çekerek, dengede, aynı zemin üzerinde salınırdık.

“Çay içer misin?” “Nefes al.” “Alıyorum.” “Hayır, nefesini tutuyorsun.” “Tutmuyorum.” Bazan ne bileyim, düşecek gibi olurdum, yer altımdan kayardı. Bir yarılma anı daha ve kopma başlardı. Ayrılık nasıl başlar? Nerede biter? Biter mi?

O çok sevdiğimiz kare kare yalnızlıklarımızı paylaşırken ruhlarımız birbirinden uzak, ayrı evrenlerde, dünyadan hiçbir şey beklemeden; basit ve temiz mutluluk parçalarına dönüşürdük. Şimdi masanın üzerinde bir süre için dinlenen, ellerime vuran ışık gibi.

Sınırları belli ve süreksiz. Parçalanmak bu ve evet yaşamak böyle! Saçlarımda beyazlar, yüzümde çizgilerle diyetini ödediğim muhteşem bir çözülme bu. Bugün bunu iyi biliyorum çünkü artık parçaları tek tek ve özenle toplamayı öğrendim.

Evden büyük kavgalarla ayrıldığın gün, babandan sana kalan tek eşyayla o kocaman dünyayla gelişinin, hayatımın en mutlu günü olduğunu şimdi biliyorum artık. Zorluklar bizi hiç yıldırmadı. Kendi başımıza kimsenin yardımı olmadan büyümüş gibi yapan çocuklardık. Dünya bize sırtını dönmüş gibiydi. Ama biz biliyorduk ki, dünya her daim dönecek ve döndüğü sürece her açıdan bizi görüp kollayacaktı. Yumruklarımız sıkılı, gözlerimizde vahşi pırıltılarla zekâ ve aşk doluyduk. Yolumuza kimsenin çıkmasına izin vermeyecek kadar kararlı ve inatçı. Bizi devam etmekten alıkoyabilecek tek şey olana, yani aşk bitene kadar yan yana olmaya yemin ettik. Düşünüyorum da çocuk yaşta bile tüm olasılıkları düşünüp hayal âleminde kaybolmayacak kadar da akıllı ve serinkanlıymışız. Aklımız sağduyumuz ve içimizde gürül gürül yanan ateşler vardı. Kimseye ihtiyacımız yoktu. Sadece sen ve ben. Ben. Sen!

Babandan kalma altında içki dolabı olan kocaman tahta dünyayı çevirirken mesela! Sağ alt köşesinden kavrayıp, hafif terli ellerinle sıkıca tutardın. Sonra bütün gücünle döndürürdün. Dünya ağır, dünyanın sancısı var.

Dönerken inlerdi, haykırırdı, ağlardı.

Ve sonra işaret parmağının dünyaya doğru hareketi başlardı. Gözlerini kapardın. Kapardık. Uçaktan atlamak gibi.

Hayır, Panama Kanalı’na düştüğündeki yaramaz çocuk neşeni unutmadım. Parmağının dünyanın tam o noktasına oturuşunu, bu karşılaşmayı, Panama Kanalı’nın seni çağırışını kıskandım.

Ben hep seni kıskandığım zamanlarda, kuru bir ekmek parçası olana kadar yazdım.

Yalınlaşmanın ve ardından çoğalmanın, tekliğin ve beraberliğin iç içe geçip birbirinin peşi sıra aktığı o anlarda, yaşlılık hallerimiz gelirdi gözlerimin önüne.

Gelecekten gelen o küçük zaman parçası, sessizce ve gizlice üzerimize yağardı. Sen fark etmezdin. Bense şaşırırdım. Neden hep aynı resim ve neden yaşlılık hallerimiz? Sonra oraya gitmemiz gerektiğini anladım. Asla gerçekleşmeyecek olduğunu bildiğim o kendiliğindenliğin içine yayılır; sana hissettirmeden elinden tutar, gülkurusu, nefis kokulu o akşamüstüne giderdim. Giderdik. O dönemlerde yazdığım hemen her şeyin üzerine sinen o aralığa...

El ele ama uzak. Ayrı, ama sıkıca bağlı olurduk birbirimize. Ayrılık hiç bitmezdi.

İşte bu sabah o gelecekteki ben yaşında; geçmişe ait bu dikdörtgen ışığın sınırları içinde ama yalnızlığımın sınırsızlığındayım. Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. Sen ve seninle yaşadığım her şey sonsuzluğun ucunda sallanan bir hiç olana kadar…

Şebnem

Leş


O pis kokunun karnına doğru iniyorum. Sarhoşum. Algılarım körelmiş, kokuları ayırt edemiyorum. Merdivenlere  dikiyorum gözlerimi. Bir basamağı kaçırırsam yerle bir olabilirim. Yukarıda kulağımı kaplayan müzik öylesine boğuk ki. Buranın kendine ait melodisi var.

Üzeri küflü, sarkık su borularından ahenkle geçiyor sesler, bir inleme gibi.

Boğuluyorum. Çığlıklar...

Etraf pislik içinde, yerde kullanılmış kağıtlar var. Midem bulanıyor. 

Belli ki bıkmışlar ve tüm pisliği burada bırakmışlar. İstesen de temizlenemez ki. Eskiden beyaz olan duvarlar, sarının leşi renginde. Aralardaki yazıları okumaya çalışıyorum. Anılar, yalan dolan dostluk, aşk ve sevgi yazıları. Tanıdık geliyor, gülümsüyorum.

İnsanların izleri duvarlarda. Benim de izim var. Biten hikayemizi yazmıştık bu duvara, seneler önce.

Yıllar sonra aynı yerde, aynı halde yazımı arıyorum. Yapışık duvarlara dokunamıyorum. Bir an onu düşünüyorum, o da yazıyı aramış mıdır?
Borulardan gelen yakarış sesleri eşliğinde yarıya kadar açık kabinin kapısını ayağımla itiyorum. Karşımda bana bakan ölü, çaresiz gözler. 

Bu leşin içinde tanıyorum onu.

Yapayalnız ama yine de gözlerime inliyor.

Ayşenaz

15 Nisan 2012 Pazar

Can

“...yarım yamalak hissedilen vücudun, çimenlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.”

Annemin sesiyle irkildim.

-Kahvaltı hazııııır!

"5 dakika dahaaa," dememiş olabilirim, ama yorganı başımın üstünden çekemediğimi, bir hışımla yere yuvarlandığımda anladım. Küçük Can kendinden beklenmeyen bir tekmeyle beni selamlamıştı. Burnumdan soluduğum havanın son parçasında, önüme düşen saçlarımı ona bağırmak için savurmasaydım, başparmağını kemirircesine emdiğini göremeyebilirdim. Bacak arasından kavradığım koca poposu, kahvaltı masasının başköşesine yerleşti. Bense yemekte ona iki sandalye uzaklığında oturmam gerektiğini, en sevdiğim Süpermen tişörtümü "çaresiz kirliler" sepetinde terk ettiğim gün öğrenmiştim.

Ne zaman sokağa çıksak "Genç yaşında dul kalmış," diye seslendikleri, benimse gök gürlediği gecelerde göğsünün hemen altında bana özel yaratılmış boşlukta huzur bulduğum Tanrıçam, meteorolojinin güzel dediği sağanak yağmurlu hava koşullarına rağmen topluyordu çantasını. Şimdiden beş dakika gecikmişti bile. Trafiği düşünmek bile istemiyordu. Sanırım Edison, annesi akşamları ayna karşısında rahat makyaj yapabilsin diye ampulü icat etmişti. Bende annemin on sekiz dakikadır bulamadığı mürdüm rujunu rahat rahat arayıp sonra iki saniyede işe ışınlanmasını sağlayacak o icadı düşünmeye başlamıştım. Can'la yanağımızdaki ize bakıp güldük. Arabanın çalışma sesiyle içimde büyüyen "Kaçırdım," çığlığı düet yaptığında, ben televizyon başına kurulmuştum bile.

Derin bir iç çekişle uyandım. Yüzüm ağlamışçasına ıslaktı. Titreme geldi. Açık kalmış balkon kapısının uçuşan tülleri, üzerimden esip geçerken bir iki damla daha döküverdi. Şimşek gibi çakan telefon sesiyle fırladım yerimden, heyecanlı konuşmasından söylediklerini bir türlü anlamadığım, fakat ses tonundan hemen tanıdığım Aynur teyzenin onca laf kalabalığında "Can'ı da al ve ..." diye devam eden cümlesinden Can'ı cımbız gibi çekip, onu en son bıraktığım mutfağa koştum. Sabah güzelce yerleştirdiğim sandalyesi yerde yıkık duruyordu. Masanın altı üstü, kenarı köşesi derken alnımdan düşen ter damlası, açık kalan balkona koşarken akıp gitti. Sallanan ahizeye gözüm çarpmadı değil ama Aynur teyze ve serzenişleri biraz beklemeliydi.

"Balkon temiz, peki ya Can nerede?"

İçeri girdim ortalığa şöyle hızlıca baktım ve hali hazırda sallanan ahizeyi kapatmıştır umuduyla kulağıma dayadım. Aynur teyze hala konuşuyor ve inanıyorum konuştuğunu kendi bile anlamıyordu. Arada bir nefes boşluğunun başındaki ilk kelimeyi çözebildim "Hastane," dedi, "Panik yapma," dedi, tam ben uyurken olanlar oldu ve Can'ı alıp hastaneye götürdüler paranoyasıyla kendimi rahatlatacakken az önce tamamlayamadığı cümleyi tekrarladı: "Can'ı da al ve hemen buraya ...", yine cümlesini tamamlamasına izin veremedim çünkü cümlenin öznesi Can yoktu.

Kanepenin altına bakıp kaybettiğim oyun kartımı bile buldum ama koca popolu Can'ı bulamıyordum. Çatıda bir tıkırtı ve balkona tekrar yöneldiğimde hemen yanı başıma düşen tuğla parçası, Can'ın akıl almaz yükselişine anlam vermeme engel oldu. Hemen yanda, yakalanmamak için "Sigara paketimi çatıya koyayım bari." diye eski merdiveni duvara dayadığım, yükseklik korkumun annemin korkusunun yanında sönük kaldığı an tırmanıp çıktığım merdiven duruyordu. Çatıdan mırıltı şeklinde ses ve tıkırtı duydum. Can bu sefer, epey ileri gitmişti. Benim tırmanmaya korktuğum yere nasıl olurda tırmanmıştı o an düşünemedim. Kendimi merdivene attığım ve neredeyse en eski son basamağına geldiğimde havada uçarken hatırladığım son şey çatıda belli belirsiz bir kuyruktu. O sırada içeride Aynur teyze hala nefessiz kurduğu cümlelerle boğulmuş, bana annemin durumunun ciddiyetini anlatmaya çalışıyordu.

Bu kadar hızlı bir darbeyle sarsılmayı beklemiyordum. Vıcık vıcık ıslanan ve yarım yamalak hissedilen vücudun, çimlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.

Süreyya

Küçük Prens

Velâkin kendimi bekliyorum yakamozlar ışığında.

Denizden esen yosun kokulu meltem eşlik ediyor bana.

Gözlerine bakmaya çekindiğim balık sessizce fısıldıyor:

—Utanma, ben de.

Kara bir yorgan gibi gökyüzü. Üşüyorum.

Denize doğru dönüyor başım hafifçe

"Bir umut diyorum, bir umut!"

Düşlediğimde yanımdasın ya da tam karşımda.

Edeple eğiyorum başımı, kabulleniyorum. Yokluğun hasret değil artık.

“Ve geceleri yıldızları dinlemesini seviyorum.” demiştin ya;













Tek bir yıldız kaldı hatıra.

Soluk, sessiz hep orada!

Gece; yattığım yerin penceresinden göz göze geliyorum.

Senin sımsıcak tebessümün duruyor sonsuzlukta.

Her defasında şaşırıyor sesim:

—Aaa benim yıldızım!

Çocuk saflığında sarıyor mutluluğun ürpertisi.

Uykumda ellerin yastık oluyor başıma.

Tilki gibi şaşkınım şu anda.

Kara kapalı bir kutu etrafta, açmaya korktuğum.

Belki, ben kıramadığın bir çiçektim dünyanda.

Ya sen, mutlu musun kendi yolculuğunda?

Velâkin ben kendimi hala bekliyorum; yakamozlar ışığında.

Hârika

14 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Sabah, Günlerden Pazar


Sesleri apartmanın girişinden duyulan iki çocuk nefes nefese bağrışıyordu. Bunu duyan anne, koridorda ilerleyip kapıyı açtı. Yağmurun ardından beklenmedik bir kış güneşi, bezgin hafta sonu telaşıyla dolu evi aydınlatıyordu.

Önce küçüğü göründü. Altın gibi pırıldayan saçları, merak dolu gözleri, ağız dolusu gülümsemesiyle elinde tuttuğu karton kutuyu anneye gösterdi. Anne bezmiş bir halde söylenmeye başlayacakken, diğeri bir sonbahar esintisi gibi usulca yaklaştı. Sözler boğazını düğümledi kadının.

Anne alev saçan yüzünü, elindeki pazar torbalarının ağırlığıyla omuzları düşmüş babaya çevirdi. Baba bir suçlu tedirginliğiyle kadınla göz göze gelmemeye çalışarak salona geçti. Anne, poşetlerin içinden sızan meyvelerinin kokusu içine çeke çeke mutfağa giderken, söylenmeye başladı. Sözcüklerine gizledi gözyaşlarını.

“Her hafta aynı şey. Yaza kadar, eve bir daha civciv alınmayacak demedim mi? İki gün sonra ölüp gidiyor, çocuklar günlerce ağlayıp, sızılıyor! Dayanamıyorum.”

Salonda, spikerin heyecanla anlattığı maçın sesi daha da açılıp, annenin şikâyetlerini bastırdı. Çamaşır makinesi inildeyip sustu…

Odadan iki çocuğun fısıldayan neşesi eve yayılmaya başladı. Anne durulup, kese kâğıdının içindeki bal renkli akide şekerlerini şekerliğe yayıp, yanlarına geçti.

Kıpır kıpır olanı, sevinç içinde, dans edercesine odada gezinip, altın saplı bir gece lambasını takacak prizi arıyordu. Oda, kızın ışığı ile parıldıyordu.

Annenin içi ısındı.

Yüzü solgun, bakışları hüzünlü olanı, yere oturmuş, elindeki tuvalet kâğıtlarını daire şeklinde kıvırarak, civcive yuva hazırlıyordu. Saçları mısır püskülü, kuru yüzü küskün, hastalıklı yapraklar gibi solgun görünse de odaya derin bir bilgelik katıyordu.

Annenin ruhu ısındı.

Anne barış çubuğu akideleri kızlarına uzattı, sordu:

“Adını ne koydunuz?”

Kızlar iç içe geçmiş bir hevesle cevap verdi.

“Ayçiçeği”

“Civcive ayçiçeği denir mi hiç?” dedi anne, kavruk bir gülüşle.

Büyüğü elindeki kâğıttan kozayı bir yana bırakıp atıldı:

“Gece lambası güneş olacak ona yaşam verecek.”

Anne tüyleri pırıl pırıl parlayan küçük civcivi ellerine aldı, yüzüne yaklaştırdı. Nefesi ile onu ısıtırken baba odaya girdi.

Annenin kalbi ısındı.

Katmer katmer bir gökkuşağı Pazar gününe doldu.

Gülda

8 Nisan 2012 Pazar

Hakim Bey, Davacıyım.


Yola çıktığımda saat sabahın dördüydü.
Sırt çantamı alıp, iki kat aşağı indim ve çağırdığım taksinin kapının önüne gelmesini beklemeye koyuldum. Düşündüm: Aslında ben “giden” insan değil, gidenlere el sallayanımdır daha çok. Belki de bu yüzden yolculuklarım hep şakacıktan gibi gelirler bana. Dönüşlü gidiş.
Sabah bile olamamış bir ayazda epey bekledim. Taksi gelmiyor. Herhalde uyuyakalmıştır taksici. Taksici bey. Amca. Abi. Sahi, geldiğinde ona nasıl hitap edeceğim? Yaygın söylemler benim çizgimi yansıtmıyordu, ben mesafeli bir taksi binicisiydim. Dolayısıyla “Şoför bey”de karar kıldım. Kararımdan gurur duyarak ellerimi birleştirip avuç içlerime hohladım. Isı gelsin. Bahar geldi sanarak eldiven almayanda kabahat. Bende değil. Ben eldiveni sadece unutmuş olanım hakim bey.
Taksi gelmezse ne yapacağımı düşünmeye başladım. Gerisin geri eve çıkıp başka bir taksi durağını arama çabasına girersem, bütün bu yolculuktan vazgeçip yatağıma kamaşırdım daha iyi. Bu nedenle eve dönmek bir seçenek değildi. Yoldan taksi çevirmekten de çok uzaktım. Öyle demeyin hakim bey, ara sokakta ev tutmanın da faydaları var. Bekleyeceğim. Bekleyişimde bir tane bile anlam kalmayana dek bekleyeceğim. Bu kararlılığımla yeniden avuç içlerime hohladım. Taksi beklerken kendimi şartlamaya mı başlamıştım neydi? Karar ver, hohla, karar ver, hohla. Pavlov’un köpeğinin neler hissettiğini düşündüm. O da istemeden yapıyordu, yazık. Pavlov’un köpeğini daha fazla sevmeye karar verdim. Hoh. Canım benim.

Güzel Atlar Ülkesi


Onlar büyük atlarla gelmişler. Yersiz yurtsuzluklarına deva olacak toprakları aramışlar hep. Atlar, ulaşılacak yerin neresi olduğunu görüyorlarmış ama atlılar bunun ne kadar uzun süreceğini bilmiyormuş. Sadece o güzel hayvanların, onları o cehennemden çıkartmış olmasının mutluluğuyla, özgürlüğü içlerine çeke çeke devam etmişler. Geçmişi unutmayacaklarına ant etmişler.

Yıllarca aramışlar. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği yekruh olmuş, dirlik düzenlik içinde gün boyu ilerlermiş. Gece olduğunda da yıldızları seyredip hayal kurarlarmış. Kimi, yerleşecekleri güzel toprakların eşsizliğini anlatan şarkılar söylermiş. Bazısı ıslıkla melodiye eşlik eder, bir kısmı dans eder, kalanı da bu özleme ortak olurmuş. Yanlarında sürükledikleri büyük sandıklardan, bohçalardan, göçerlik anılarından kurtulup, atlarıyla beraber durulacakları günleri beklerlermiş.

Onlarca yıl daha geçmiş. Birlikte yaşayacakları, kök salacakları Güzel Atlar Ülkesi'ni bulma umuduyla yola devam etmişler. Ölülerini arkalarında bırakmaktan yıldıkları için, yerleştikleri topraklara büyük bir mezarlık da yapacaklarmış. Sevdiklerinin yattığı yere her gün çiçekler götüreceklermiş. İstekleri böylesine basitmiş aslında. Ancak beklentileri gün geçtikçe artmış, ümitleri yıllar geçtikçe sönmüş. Kimi pes edip geçtikleri topraklara yerleşmiş. Anbean değişmeye, vahşileşmeye başlamışlar.

Heyhat! “Hep söylendiği gibi; atların hafızası güçlü, insanlarınki zayıfmış.”

Kabilenin büyükleri göçüp gittikçe yola düşme sebepleri unutulmuş. “Deli” kanlılar, yazılı olmayan kuralları değiştirmeye başlamışlar. Onların filizleri, büyüyüp serpildikçe daha da kitapsız olmuş. Ne aradıklarını unuttuklardan, hırsla, geçtikleri yerleri de darmadağın etmişler. Topladıkları ganimetleri bile paylaşamayıp kendilerine saklamışlar. Söylenen odur ki; birbirlerini sırtlarından bıçaklamışlar. Kavga etmiş, yalanlar söylemişler. Açgözlü, barbar, ikiyüzlü haydutlar olarak nam salmışlar. Atlar bu durumdan endişeliymiş ama yine de arada sırada duydukları o şarkı onlara ümit veriyormuş.

Onlar, yeryüzünün en güzel toprakları sayılan “Güzel Atlar Ülkesi”ne büyük atlarıyla vardıklarında işte bu haldeymişler. Hevesle yerleşmişler. Atlar, güzel atalarına kavuşmuş, atlılar yerleşik olmayı denemiş. Ancak, tüketmek, yok etmek kolaymış da üretmek, yenilemek çok zormuş. Bunu hiç öğrenememişler.

Tek bildiklerini yapıp; ormanları yakmış, bereketli toprakları kurutmuş, denizi kirletmiş, güzellikleri yerle yeksan etmişler. Dirlik düzenlik sağlayamamışlar. Ülkenin en güzel yerine mezarlık yapmışlar yapmasına da kimse toprağa eceliyle gömülememiş. Mezarlık dolup taşmış taşmasına da hiçbiri çiçekler serememiş. Sevdiklerini anmak isteyenleri, ülkedeki hapishaneye koymuşlar. Baş kaldıranı, geçmiş günlerin güzel şarkılarını, hayalleri hatırlatanları da oraya yollamışlar. Katiller, hırsızlar, uğursuzlar sokaklarda kahraman edası ile gezinip, omuzlar üzerinde taşındıkça geri kalanı günbegün tükenmiş. Ülkeden kötü kokular yükseldikçe Güzel Atlar Ülkesi büyük bir lağıma dönüşmüş. Atlar bu duruma isyan edip, ayrılmak üzere yola düşmüşler.

Bu bir masalmış ama mutlu bir sonu yokmuş.

Atların gittiklerini duyan esirler, son ümitlerini de kaybetmenin acısı içindeyken; içlerinden biri kalan tüm gücü ile o şarkıyı söylemeye başlamış. Diğerleri de ıslıkla eşlik etmiş. Bunu duyan atlar, geri dönmüş. Şaha kalkmış, tüm güçleri ile duvarları yıkmaya başlamak üzere iken, bir an durmuş ve birbirlerine bakakalmışlar...


Dediğim gibi bu bir masalmış ama mutlu sonu daha yazılamamış.

Gülda

(Yazı Ayşe'nin Kitap Kulübü'nden alınmıştır.)

Haldun



Arabayı park edip barın kapısına ilerledik. İlk denememizde bizi almayacakları kesindi. Zaten öyle de oldu. Kapıdaki yarmaya aldırmadan içeri girmeye yeltendik. Hop, durun bakalım gibisinden müdahale etti; üzerinde klasik takım elbise, kirli sakallar, kulağında canlı yayındaymış havası yaratan bir aparat. Hep mi böyledir bu herifler? "Altı erkek giremezsiniz!" dedi. Biz üç erkektik. Arkamızda başka birileri daha mı var diye baktım. Sadece bizdik. Eğer adam alkolü fazla kaçırmamışsa ki öyle bir hali yoktu, besbelli bizimle kafa bulmuştu. Ama numaramız daha bitmemişti. Necati içerideki kız arkadaşını aradı. Fazla uzatmadı:

"Biz geldik dışarıdayız, gelin bizi alın."

İçeriden altı kız çıktı. Korumanın içine doğmuş gibi. Şimdi ona yapacağımız artistlik tadından yenmez olacaktı. Biz Salih’le kızların hiçbirini tanımasak da samimi olup içeriye girerken herifin yanağından makas almamak için kendimizi zor tuttuk. Gerçi buna gerek de kalmamıştı. Baştan nasıl da havalara girmişti ama, egosunu nasıl da tatmin etmişti. Kulağına "Heyhat!" diye fısıldamak geldi içimden.

İçerisi haliyle çok gürültülü ve kalabalıktı. Kızların da kafalar bayağı iyiydi. Barın içinde bir tur atıp birer bira aldıktan sonra kızlar sigara içmek için dışarı çıkmayı teklif ettiler. Kabul ettik. İşte her şey o andan sonra başladı. Klasik tanışma safhası gelip çatmıştı. Müziksiz, sessiz ve soğuk bir hava, yakılan sigaralar konuşmaları ardında getirdi.

Necati, benim arkadaşım, onlar da onun arkadaşları...

Yaa...Ebru... Hıı..Salih... Aaaaa.. Burcu... Eveeett...Yasemin.... Tabiii....Elif....Oooo...... (Elif harbiden Ooo’ydu yalnız.)

"Necati, sen ne iş yapıyordun?" dedi, bir tanesi.

"Mühendisim." dedi Necati. Makine mühendisiyim. İyi tepki aldığını söylemem lazım.

Sırada Salih vardı. O da özgüvenli bir şekilde fizyoterapistim olduğunu söyledi.

Kızlar bir yerlerden duymuş olacak ki, "Oo çok iyi, sizin maaşlar çok yüksek." gibisinden yorumlar yaptılar. Salih, "Allah’a çok şükür," demesine rağmen bir şey kaybetmemişti. Aldığı maaş ona bu gece için belli ki iyi bir kredi sağlamıştı. Bir süre sonra korktuğum oldu. Aralarından biri, benim ne iş yaptığımı merak etti. Anlamamış gibi şöyle bir baktım. Necati’nin gözlerinin içine bakıp, "Kanka, ben ne iş yapıyorum?" diye sordum gözlerimle. Necati, elini omzuma vurarak; "Kendisi yazar!" dedi kızlara doğru karizmatik bir bakış atarak ve birasından bir yudum alarak.

“Yazar mı? Ne yazıyor? Hadi ya? Atıyosuun? Yaa? Valla mı? Yok canıım! Yazarr! Neymiş?”

Galiba hemen hemen tepkiler böyleydi. Necati "Bildiğimiz yazar işte ya!" dedi. Kızlardan biri "Basılmış bir kitabın var mı?" diye sordu, yüzüme bakarak. Yüzümü Necati’ye döndüm. "Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı duymuşsunuzdur herhalde," dedi Necati. Bir yudum daha aldı birasından. Şu biradan yudum alarak konuşma onun imza hareketiydi zaten. Ama sağ olsunlar hiçbiri kitabı duymamıştı.

Necati kitap adını iyi seçmişti. Tekrar tekrar sordular.

“Neredeki çocuklar? Çavdar..? Çavdar tarlasında ne? Tarla? Çay mı?”

Necati fısıldadı kulağıma. "Ortak hiç çaktırma. Buradan yürürsün bu gece." "Nasıl yapayım oğlum?" dedim. "Bari kitap adını sallasaydın." "Daha iyi ya!" dedi, "kitabı anlat derlerse anlatırsın işte.” Ben başta biraz gerilmiştim. Necati birasından bir yudum alarak göz kırptı; "Merak etme." dedi. O gazla ben de sonunda havaya girdim. Fizyoterapist Salih’e kızlardan biri göz koymuştu zaten, Salih’i aramızdan uzaklaştırdı. Necati de beğendiği kızla bir içki ısmarlama bahanesiyle ayrıldı yanımızdan. Adlarını tam hatırlamadığım dört sarhoş kızla baş başa kalmıştım. Ooo Elif hariç. İçeri gidip rahat bir yere oturduk, barın diğer yerlerine göre daha sessizdi. "Hadi, bize kitabını anlat." dedi esmer olanı. "Hangi kitabı?" diye sordum. "Hani, şu neydi, tarladaki çocuklar mı? Çavdar Tarlasında Çocuklar. Hah işte. Anlatsana ya. Biz niye hiç duymadık. Bak atmıyorsun değil mi?" "Yok canım, sahiden var böyle bir kitap. Ben yazdım, ama öyle her yerde satılmıyor, pek ünlü değil. D&R'da filan olmaz. İnternette, bir de belki bazı küçük kitapçılarda işte."

"Nerede geçiyor olay? Ankara. Yok yok İstanbul. Yani birazı Ankara, birazı İstanbul."

"İşte bir çocuk var. 16 yaşlarında. Sorunlu biraz. Kız kardeşi ölmüş küçükken."

"Hadi yaa. Ayyy acıklı galiba. Eee..."

"İşte bu çocuğun başından geçen olaylar... Birer içki mi alsak ya?"

"Yaa alırız, anlat anlat."

"İşte çocuk var. Okuldan atılıyor. Daha önceden de atılmış gerçi."

"Ayy aynıı been! Tam bir de o çağları ama işte di mi!.Dii mi evet..."

"Yaani...Öyle işte ya... Bu tarz. Çocuğun başından geçen olaylar yani..."

"Peki o çocuk sen misin? Çocukken mi yazdın yoksa? Senin çocukluğun mu? Çocuğa sonunda n’oluyor? Kimin bu çocuk?"

"Bu çocuğun bir adı yok mu yaa?"

"Hı? Ha? Ne? A? Aaaa evet adııı. Tabi yaa adııı. Adı? Adı mı dedi?"

"Adı şey ya..."


Doğan

6 Nisan 2012 Cuma

Sekiz Dakika

Güneş'imizden Dünya yüzeyine ışığın gelmesi sekiz dakika sürer. İlkokuldan beri bildiğim bu bilgi, ilk defa bir işime yarıyor ama bana terfiye mal olacağını ve öncelikle bunu anlatacağım bir sunum yapmak zorunluluğu getireceğini bilseydim hiç söylemezdim.

Bir astronomum ben, iki diplomam var; bir astronomi teknisyenliği diploması, bir de matematik diploması. Pedagojik lisansı da alıp öğretmen olmayı çok düşünmedim. Ama şu anda bulunduğum pozisyonda olmayı da pek tahmin etmezdim.

Aslında bugüne gelen olaylar silsilesi eşim olacak insanı görmemle başladı. Okuldaki nilüfer dolu havuzun yanında kitap okuyordu. O da beni gördü. Biz birbirimizi gerçekten gördük. Ona nasıl yaklaşacağımı bilemiyordum. Çünkü daha önce hiç kimseye böylesine ilgi duymadığımdan ne yapacağımı bilemiyordum. Çok arkadaşım yoktu benim. Arkadaş diye etrafımda dolanan bir kaç tiple de benimle dalga geçmedikleri zamanlarda F bloğun arkasındaki piknik masalarında oturur içerdik. Kahve-kanyak. Kışın sıcak kahvenin içine biraz koyarsın, yazın buzlu çaya biraz eklersin. Üç dört kişiydik ve her zaman birimizde cep kanyağı olurdu. Gerçi, artık satılmıyor herhalde.

İçince benimle dalga geçemiyorlardı. Çünkü içince değişiyordum. Konuşmam düzeliyordu. Artık nasıl bir kimyasal mekanizma çalışıyorsa beynimde kekelemiyordum.

Hayatını pandomimle idare eden biri olmuştum. Biraz benden de kaynaklanıyordu bu herhalde çünkü konuşmayı, insanlarla tanışmayı, yeni muhabbetleri sevmezdim. Bakkala girdiğimde istediğim sigarayı gösterir ve parayı uzatırdım. Çoğu zaman beni dilsiz sanıyorlardı. Keşke dilsiz olsaydım. O zaman ağzımı açtığımda içten içe gülen ve bana acıyarak bakan o insanlara maruz kalmazdım. " Vay, demek bu yakışıklı çocuk kekemeymiş. " diye düşündüklerini hissederdim hep.

Birkaç defa kekemeliğime rağmen beni seven kızlar girdi hayatıma ama ben onlara karşı bir şey hissetmiyordum. İçmeden konuşamayan, arkadaşlarının yanında suspus oturan bir sevgiliye de zaten daha fazla dayanamıyorlardı.

Ama o farklıydı. İlk defa nikâh masasında nasıl evet diyeceğim diye düşünmeden evliliği hayal ettim onunla. Ve devamı da geldi, evlendik. Benimle ilgili tek derdi kekelememek için içmemdi. Ailesi dindar olduğundan, babası Diyanet İşleri'nde çalıştığından, sevdiği erkeğin alkol bağımlısı olması onu zor durumda bırakıyordu. Sırf o istiyor diye bıraktım. Aşk işte; sen nelere sebep oluyorsun.

İçmemeye başladım, nikâh masasında davetlilerin gülüşleri arasında evet demem abartmıyorum, tam beş dakika sürdü, şaka yaptığımı zannettiler önce, ama böyle bir ortamda bir şakanın bu kadar uzatılmayacağını anlayanlar, gülmeye devam edenleri susturdu. Herkes kekemeliğime, heyecanıma rağmen, evet demek için ne kadar uğraştığımı görünce mahcup bakışlarla izledi töreni. Mezun olduktan sonra, babasının torpiliyle girdiğim Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki işim de içmeme engel olacaktı. Doktora da gittim ama bir faydası yoktu. Sorununuz tamamen psikolojik dedi, birkaç ilaç verdi. Sosyal baskının buna sebep olduğunu, eğer istersem bunun üstesinden gelebileceğimi söyledi. Belki de çok istemiyordum. Kekeme olmak, konuşmadan çekinmemi, zaten asosyal olmam da bilinçaltımda bunu besleyen bir tepki haline geliyordu.

Bütün gün diyanet işlerindeki odamda oturup müminlerin namaz saatlerini ayarlıyordum. Yurtdışından gelen ölçüm ve gözlemler, ekinoks tarihleri, mevsim normalleri, Güneş’in doğuşu, batışı ve arada kalan İslam dinine göre belirlenmiş vakitler.Sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı. Bir astronom için ay takvimi ve zaman çizelgesiyle ilgili hesaplamalar yapmak kolaydır. O yüzden bu masa başı işi kayınbabam ilk teklif ettiğinde hiç düşünmeden evet dedim.

Arada bir daire içi e-posta trafiğine dâhil oluyor ve bildiklerimi paylaşıyordum. Bazen bilimsel konularla ilgili açıklama isteyen tefsir ve kelam hocaları da oluyordu.

Bir gün yazdığım bir cümle tekrar eski sorunumla yüzleştirdi beni. Güneş ışığı Dünya'ya sekiz dakikada ulaşır. Bunu okuyan bir tefsir hocası odamda beni ziyaret etti. “Nasıl yani?” Önce kekemeliğimi söyleyip bilgisayar ekranında yazarak anlattım. Astronomların uzaklık birimi olarak kullandıkları Ab, Dünya güneş arası yaklaşık yüz kırk dört milyon kilometreyi ifade eder. Işığın hızı saniyede üç yüz bin kilometre, böl yaklaşık dört yüz seksen saniye, yani sekiz dakika. Hoca çıldırmış gibiydi. “Bu ne demek biliyor musun?” dedi. Hayır, anlamında kafamı salladım, "Top erken atıldı diye orucunu yiyen binlerce müminin kaza orucu tutmasına gerek kalmayacak. Sekiz dakikalık gecikme var. Bütün vakitler üzerinde sekiz dakikalık oynama yapılabilir."

Benim bir türlü anlamadığım bu dini keşif İslam dünyasında bomba etkisi yaratmıştı. Bilimsel açıklamasını yapan da ben olduğum için tefsir hocasıyla yaptığımız yayında ikimizin adı geçiyordu. Doğal olarak terfi aldım. Eşimin ve onun ailesinin de hoşuna gitmişti bu. Gurur duyuyorlardı benimle. O yüzden hepsi benim açıklama ve sunum yapacağım yıllık genel diyanet işleri çalıştayına gelmişlerdi. En önde bakan, yanında isimlerini bilmediğim bir kaç müsteşar ve yüzlerce konuk, onlarca basın mensubu ve kürsüde ben.

İlk defa bu öyküde konuşmamı duyacaksınız.

-Sayın bakan,… (alkollü bir şekilde)

Kahve kanyak, umarım anlamazlar...

Özgür

5 Nisan 2012 Perşembe

Yastık

Bence bu seferki hepsinden farklı…

Nereden mi anladım? Odaya deli gibi girip kapıyı kırarcasına kapatmasından mı veya kendini savurur gibi yatağa atmasından? Hayır, değil…

Az önce, ilk defa, kafasını göğsüme yasladı ve öylece durdu. Hiç kıpırdamıyordu.

Her zamanki gibi tavana dikmedi gözlerini bu kez. Yana döndü. Tül perdeden yansıyan ışıklara baktı.

Kendiyle yüzleşmek istemiyordu besbelli, öyle olsa yan yatmaz, dümdüz tavana bakardı; ama yapamıyor işte…

Evet, bu seferki her şeyden, hepsinden farklı… Baksana konuşmuyor, ağzından tek kelime çıkmıyor.

Bir haftadan fazla sürecek ayrılıkları demek ki!

Mutluyum, yine baş başa olacağız.

Yine de, o alıştığım hırçın kadın yok ya karşımda. Aslında sırf bu yüzden tedirginim.

Bu kez sinirlenmemiş, kalbi kırılmış. Bu yüzden konuşmuyor, biliyorum!

Kafası her zamankinden ağır bu kez, düşüncelerinin ağırlığı saplanmış sanki. Kaldıramayacağım bir yük değil, biliyorum.

Saçlarına yine sigara kokusu sinmiş, demek ki yolda biri bitmeden diğerini yakmış. Unutmak için.

Dur bakayım… Kıpırdamaya başladı. Salona gidecek belki de. Orası soğuk. Giderse üşüyecek. Ardından dertlenir şimdi. Umarım gitmez, gitmesin… Ona iyi gelmeyecek salon…

Ayaklarını kıvırıp, elini başının altına götürdü. Elleri yine yumuşacık, tütün kokusu geride kaldı.

Allahtan Cemile Hanım çarşafları değiştirdi de bugün mis gibi kokuyorum. Onun da en sevdiği koku bu. Şimdi biraz olsun rahatlar, güzel bir nefes alır bana sarıldıkça…

Derin bir sessizlik var odada, hiç alışık olmadığım, ona hiç yakıştıramadığım türden bir suskunluk. Belki bir iki kelime konuşsa.. rahatlayacak; ama yok, sesi çıkmıyor.

Sessiz haline alışkın değilim.Olsun… Yanındayım, buradayım ya!

Ve sonunda… Gözlerini yavaş yavaş kapamaya başladı…

Ya uyuyacak ya da unutacak…

Ebru

2 Nisan 2012 Pazartesi

Duvar



karamsar resmi
Yine o renksiz kabusla uyandı yeni güne. Taşındığından beri açmadığı perdeden giremeyen ışık hala dışarıda hapisti. Yüzünü buruşturarak yataktan kalktı. Boğazındaki katranın acılaşan tadını yutkundu. Bugün de dükkanı açmayacaktı. ”Üç kuruş fazla kazanınca ne olacak? diye aklından geçirdi. Karyola satın almaya gerek duymadığından, ara sıra kız arkadaşı ile paylaştığı yatak, bayiden gelen adamın geçen sene bıraktığı yerde, odanın ortasında duruyordu. Kirli ve lekeli çarşafla kaplı yatağın yanındaki pantalonun üzerine basarak odadan çıktı. Lavabo aynasının bile kendini gösteremediği karanlık banyonun önünden geçerken “Güne tuvalette başlamak istemiyorum” diye düşündü.

Salonda, kanepenin önünde duran, birkaç gün önce dökülen biranın izlerini taşıyan sehpada, akşamdan kalan yarım paket kaymaklı bisküvi vardı. Buzdolabına giderek havası kaçmış yarısından azı kalan litrelik kolayı aldı. Peşi sıra ağzına attığı bisküvileri yutarken şişeyi sığdıramadığı ağzının kenarından dökülen kola, kız arkadaşının, “Bardaksız ev olur mu hiç?” serzenişini aklına getirdiyse de yüzünde beliren umursamaz ifade uzun sürmedi. Üzerini temizlerken eline bulaşan ıslaklığı şortuna sildi. Karnı tam doymamıştı.

Derin bir nefesle yoğun rutubeti içine çekip kafasını kaldırdı. Salonun tüm cephesini kaplayan, pencerenin iki metre önündeki apartmanın ziftli yan duvarı tam karşısındaydı. Gözleri, eğri yanaklı adamın siluetini aradı, bir süre sonra buldu. Duvarın rengi soluyordu sanki. Üçbuçuk yıl olmuştu taşınalı. Işığı tamamen kesen duvar nedeniyle perde almaya gerek kalmamıştı buraya. Saatlerce kanepede oturup bu ziftle kaplı duvarı seyreder, bulduğu şekillerle oynardı. Zamanla duvar değişti ve yeni oyuncular ortaya çıktı. Yeterince derine bakıp duvara girdiğinde çirkin yaşlı adam, yarım yüzlü at, topal çocuk, upuzun gökdelen, büyük bir top ve bir sürü garip şekilli yaratıkla birlikte dolaşır, eğlenirdi. Burada herkes eşit, herkes birbirine yardım ederdi.

Mutluydu; duvarın içinde arkadaşlarıyla…

Lütfi

31 Mart 2012 Cumartesi

Udumbara



Senden vazgeçmedim. Sadece beni bırakmana ses çıkartmıyorum.

Büyümek mi bu? Metanet mi, sakinlemek mi?

Ruhumu büyük, derin bir çukurun içine hapsediyorum.

Çıkışı yok, ötesi yok. Sen yoksun.

Söz yok.

Gülda

27 Mart 2012 Salı

Değişim


Bir daha hiçbir zaman hissetmeyeceği duygular içerisindeydi.

Uzun zamandır birisini çağırıyorum ve boş duvarlarda yankılanan sesime her defasında kanıyorum. Ayna karşısında ilişkiler yaşayıp, gerçekleri görmezden geliyorum. Artık büyüdüm de mi akıllandım, yoksa aksimden mi sıkıldım bilinmez, bana benden başka bir şey gösterecek birisini arıyorum.

"Hayır devam etmeyeceğim, teşekkür ederim."

Yalnız başına iki kadehten fazla içmemelisin. Birisiyle buluşacağın zaman ikiye bölünüp beklersin ya. Bir yanın o olmuştur, hep gelmek üzere ve geldiğinde de sana görünmeden izler uzaktan. Bir yanın da onun izlediğini bilerek oturur yerinde. Nasıl görünmek istediğini hesap eder. Kimseyi beklemediğim halde niye her gelene kayıyor bakışlarım? İyi gelmedi bana yalnızlık. Daha fazla saçmalamadan kalkıp gitmeli. Hava da estirmeye başladı. Şal istesem? Son sigaramı içerken keyfimi hiçbir şey kaçırmasın.

"Pardon, şal getirir misiniz?"

Garsona seslenmek için arkasını döndüğünde girmişti kapıdan, farketmedi geldiğini. Kafasını çevirdiğinde karşısında dikiliyordu. Eskiden beri tanışıyorlardı. Sıkça da karşılaşırlardı. Yani yılda iki üç kere.

- Seni arıyordum.
- Buldun mu?
- Buldum.
- Çağırdığımın sen olduğundan emin değilim.
- Duydum, beni çağırdın.

Onu mu çağırdım gerçekten? Bunca zaman bu yüzden mi geliyordu bana? Nasıl emin olabilirim bundan? Şarap mı içecek, rakı mı? Rakı derse... Yok böyle anlayamam. Hem belki canı rakı isteyecek de sırf bana eşlik etmek için şarap diyecek. Konuşalım, biraz daha konuşalım. Alyoşa'yı bilir misin? Sana onu anlatsam? En küçük Karamazov kardeş olduğunu, bütün aile türlü entrikalar ve kötülükler peşinde koşarken Alyoşa'nın hepsini sebepleriyle anlayacak kadar yüce gönüllü olduğunu. İnsanlığın bütün günahlarından kendini sorumlu tutup acısını çekmeye dünden razı olduğunu anlatsam. Ben hala anlayamıyorken sen anlar mısın acaba? Kötülüğe uğradığında öfke duymamayı, öç almamayı öğretebilir misin bana? Kanında yükselen adrenalinle başa çıkabilir misin? Onun kadar iyi misin sen de? Madem her şeye cevabın var, kitabı neden hala bitirmediğimi de söyler misin? Peki başladığım hiçbir işin sonunu niye getiremiyorum?

Garsonun gıcırdatarak açtığı ikinci şarap şişesinin de dibini görmüşlerdi.

- Herkes bu kadar kötüyken nasıl iyi olabiliriz ki biz?
- Kötülük senden gelir, nasıl baktığına bağlı.
- Kötülük yapan kötüdür işte.

Sonra hayatını değiştirecek bir hikaye anlattı ona. Aynalar da yankılar da geçmişte kaldı böylece. Her gün değişmeye devam etti.

- Zamanın birinde üç samuray varmış. Birincisi ormandan geçerken karşısına bir haydut çıkıp "Ya paranı ya canını!" demiş. Samuray kılıcını çekip bir hamlede saldırganı cansız halde yere sermiş ve ardına bakmadan devam etmiş yoluna. İkinci samuray da ormanda ilerlerken bir soyguncu ile karşılaşmış ve tekmelerini, yumruklarını kullanarak soyguncuyu yarı ölü bir halde arkasında bırakıp yoluna devam etmiş. Üçüncü samurayın karşısına çıkan soyguncu da elindeki koca bıçakla tehdit ederek nesi var nesi yoksa kendisine vermesini, yoksa onu öldüreceğini söylemiş. Samuray: "Zavallı adam. Haline bakılırsa aç olmalısın. Bende yeteri kadar yiyecek, içecek var. Al şunları. Ayrıca buralarda bir han var, istersen seni götüreyim, iyice karnını doyur, dinlenirsin. Merak etme ben ödeyeceğim," demiş. Saldırgan elindeki bıçağı yere atıp hıçkırmaya başlamış.

Tıpkı onun gibi...

Pelin Öney }{

21 Mart 2012 Çarşamba

Evlilik


-->
- Merhaba, hoşgeldiniz. Buyrun lütfen, buyrun oturun. Bir şey içmek ister misiniz?
- Sağolun Leyla Hanım, gerek yok. Uzun zamandır randevu almak istiyordum. Çok yakın bir dostum bahsetti sizden. Hatırlarsınız herhalde, Sevim Atalay. Eşiyle birlikte iki sene önce sizi ziyaret ediyorlardı. Boşanmanın eşiğindeydiler. 
- Evet, doğru. Hatırlıyorum. Peki şimdi nasıllar? Sanırım kocası ile düzeltmişti arasını. Yaklaşık bir senedir…
- Boşandılar Leyla Hanım.
- Öyle mi? Yazık olmuş.
- Leyla Hanım, Sevim sizi bana çok övdü. Uzun zamandır, kocamla sizi ziyaret edeyim diye ısrar edip duruyordu.
- Sağolsun. Sevim Hanım çok tatlıdır. Hakan Bey de öyle. Ancak Hakan Bey’in işlerinin yoğunluğu, evliliklerinde sorun yaratıyordu.
- Bizim de durumumuz pek iyi değil. Kocamla iletişim kopukluğu yaşıyoruz.
- Sizce doğru mu bu?
- Emin olmazsam söylemem ki. Bakın, akşamları eve geliyor, televizyonu açıyor ve yatana kadar benimle tek kelime konuşmuyor.
- Nedenini sorabilir miyim?
- Neden olacak? Herif ruhsuz, tembel. Hayattan zevk almıyoruz artık. Varsa yoksa televizyon.
- Akşam yemeklerini beraber yiyor musunuz?
- Yok canım. Dışarıda yiyor.
- Bakın, ben evli çiftlerin akşam yemeklerini sofrada karşılıklı beraber yemelerini…
- Yaaa bilmez miyim ben. Uğursuz herif. Nerdee onda o incelik?
- Kaç senedir evlisiniz?
- Valla, yirmiiki senedir çekiyorum ben bu adamı, Leyla Hanım.
- Çocuğunuz var mı?
- Tek çocuk yapabildik Leyla Hanım.
- Cinsel yaşantınız nasıl?
-  Affedersiniz adamda enerji yok, enerji.
- Sizce evliliğinizin hangi seneleri güzeldi?
- İlk iki sene en güzel yıllarımızdı. Her şeyi beraber yapardık. Sağolsun o senelerde kendime kıyafet almaya gittiğimde bile benimle gelirdi.
- Sonra ne oldu?
- Ne olacak tembelleşti adam.
- Nilüfer Hanım. Bakın, ben size böyle yardımcı olamam. Serdar Bey’le de konuşmam gerekiyor. Ne soru sorsam siz cevap veriyorsunuz. Beyefendinin tek kelime etmesine izin vermediniz. 

İrving

Senin Rengin



Renklerin içini boşalttım,
Belki senin rengini bulurum diye!
Önce sandım ki mavi sensin.
Ama sen o kadar sakin değildin.
Kırmızıdır dedim senin rengin, görünce ateşini,
Ama değildin.
Onca dağınıklık yarattım,
Bulamadım rengini.
Git desem kaldın,
Gel desem gittin.
Kurcalıyorum kalbimin içini dışını.
Hep senden kırıntılar var etrafta,
Farklı bir sürü renkte.
Ben affetsem seni,
Affeder mi ruhum kalbimi?

İrving

Aşk ve Sevgi


Uzun bir arayıştı beni yoran.
Keder başımı döndürdükçe,
Gözyaşlarım şarap oldu kadehime.
Susamıştım aşka bir çöl kadar.
Umutsuz kalbim defalarca “dur artık” dedi.
Yine de acıyı sapladım kalbime,
Aşkı, sevgiyi bulurum diye.
Son bir kez kapadım gözlerimi.
Tüm umutlarım o an birikti kalbime
Ve saniyeler, zor sığdı senelere.
Umut, yeni bir beden çizdi kaderime,
Tarifsiz bir güzellikte.
Sonra.. Aşk; eşsiz bir heyecan yaşattı.
Gelecek hatıraların kollarında.
Ve seneler dönüşünce saniyelere,
Akıp giden zaman içinde,
Sevgi; yol aldırdı tek bedende.

İrving

Bir Hayal

Üşüten günlerin geride kaldığı bir sabah. Mayıs güneşi el uzatıyor İstanbul'un yalnız kalmış ağaçlarına. Genç adam her zamanki gibi çalıştığı çay bahçesindeki yerini almış. Sevdiği işi yapmasa da çalıştığı yerdeki sakinlik, özlemini çektiği bir hissiyatı hatırlatıyor. Birkaç sene önce ardında bıraktığı Elazığ'ı fazlasıyla aratan İstanbul'un yoğun, gri havasına kıyasla burası daha güvenli ve sessiz; yandaki otoparktan gelen araba seslerini saymazsak. Bu sığınağın değerini bilen bir kuş sesleri var, bir de kediler.

Aslında niye İstanbul'da olduğunu bile bilmiyor. Arkadaşları bu şehirden rüya gibi bahsetmişler, ulaşılması zor diye. O da bu yüzden gelmiş. Her şeyin değişeceğine inanıyor, bir gün. Aslında aradığı şeyin burada olup olmadığından bile emin değil. Cevabını bilmediği sorulardan uzaklaştığı tek alan, garsonu olduğu bahçe. Bugün yine birilerinin nişanı var. Ne kadar insan varsa, o kadar koşuşturacak... Ne kadar az düşünürse, o kadar unutacak... Özünde kopmak istemediği geçmişini, geride bıraktığı memleketini unutmak zorunda. İstanbul onun kararıydı, onun şehri oldu. Para kazanma hayalleri kuruyordu, artık para kazanmak zorunda olduğu bir yerde yaşıyor.

Davetlilere içecek servisini yaptıktan sonra her zamanki köşesinde birinin ona seslenmesini bekliyor. Gözlerinin daldığı kalabalıkta ailesini özlüyor, kucak açan eski dostlarını düşünüyor. "İstanbul'da dost edinmek ne kadar da zor." O an ayak bileğinde beliren ufak kıpırtıları farkediyor. Patilerini değdiren şaşı bir kedi; bugün belki de onu gülümsetecek olan tek şey. Tüylerinin güneş ışıklarıyla olan ahengi göze çarpıyor. Garson tam kediyi sevecekken, kedi ona uzatmış olduğu eline pati atmaya kalkıyor. Kendince dağları delen patiler, adamın ayakkabısına denk geliyor. Adamda belli belirsiz bir gülümseme, "Tatlı şey, elim orada değil," diye geçiriyor içinden. Ardından bir kadın, garsona sesleniyor. Masada oturan kadın, bir bardak daha meyve suyu isterken garson kediden aldığı yaşam enerjisiyle "Tabi," diyor. "Ne kadar güneşli bir gün değil mi?" Kadın, adamın kendisine asıldığını zannederek "Haddini bil!" dercesine bir bakış atıyor. Adamda hissetmeye alışık olduğu bir şaşkınlık... Kendine dönüp soruyor; "N'aptım ki ben? Kötü bir şey mi söyledim?"

O sırada alkışlar başlıyor, nişan yüzükleri takılmış iki gencin suratına çeviriyor gözlerini. Güneşi bir kez daha görüyor iki gençte. Hayat boyu birbirini dinlemek üzere yola çıkmış iki insan... Çiftin gözlerinden okunan mutluluğun, başka hiç kimseye ihtiyacı yok. "Belki," diye düşünmeye devam ediyor. "Bir gün karşıma çıkacak olan beni yanlış anlamayacak bir dost ya da sevgili, İstanbul'un karanlığını görmezden geleceğim duygular hissettirecek."

"Yaktığım mumda, bana bir başka güneşi aratmayacak."

Elif Atakan

20 Mart 2012 Salı

Çizmelerin Gıcırtısı


Ayak parmak aralarımda sümüklüler yuvalanıp; yaslandığım yastıkların deseni sırtımda dövmeler yaratana kadar yayıldığım yazlıkçı hallerimden bir akşam üstü yine.

Güneş usulca yerini geceye bırakıyor. Güneş ışınları ile verdiğim 'mahrem olmadan marsık olma' savaşını yine kazanmış, sereserpe tuz kokulu yanık tenimi kumlarla örtüyor, sürekli balkonda geçen hayatlar nedeniyle aşırı gelişmişlik gösteren sınır komşuluk ilişkilerimi kumsalda geliştirmeye devam ediyorum. Yan komşu, arka komşu hepsiyle ilişkim mükemmel. Dün gece dağıtıma verdiğim Ali Nazik tabağı çok sükse yapmış olmalı. Herkesin bana bakışı değişmiş gibi görünüyor. 'Ellerine sağlık, bayıldı bizimkiler, tarifini versene?' diyen diyene... 'Aşkolsun, ne zaman istersen yaparım,' diyorum. 'Patlıcanlar közleniyor değil mi?' diyerek ağzımdan tarifi alma çabalarını boşa çıkarıyor; ser veriyor, sırrımı vermiyorum.

Yazlık yerlerinde komşudan gelen tabaklar hep problemdir. Gönderilen tabağı boş yollama hadisesi savaş sebebi bile olabilir. Biraz geç uyanmaya gör, tüm komşulara 'Günaydın' deyip kendi eşref saatini bildirmemişsen eğer çıra gibi yanmışsın. Beyaz peynir üzerine koyduğun kayısı reçelli ekmeği daha yutamadan balkondan burnuna uzatılan bir tepsiyle irkilirsin. Bir fincan orta kahve yanında reçelli ekmek şekline dönüşür kahvaltı menüsü.

Yazlıkların sesi ve rengi şehirlere benzemez. Motor gürültüsü, kapı zili hiç duyulmaz oralarda. Sadece susmayan cırganların ve çocukların sesi vardır. Temmuz'da ötmeye başlayıp Ağustos sonlarına doğru sesi sızlanmaya dönüşen cırganlar, gri başlarlar şarkılarına; sararıp susarlar. Ama çocukların sesi marsıklara dönüştüklerinde bile kesilmek bilmez. Ya paletleri kayıptır ya da en sevdikleri şapkaları. Ya bir arkadaşı havlusuna sümüğünü silmiştir ya da terliğini alıp kaçmıştır öbürü. Şehirde steril viyollerde yaşayan bu yumurtalar, rastgele otlara bırakılmış sahipsiz çamurlu yumurtalara dönüşürler kısa zamanda. İlk günlerdeki şaşkınlıkları üzerlerinden atar atmaz konu komşunun beslemesi haline dönüşürler. Top peşinde şopar olup tanınmayacak hale geldiklerinden onları tanımazlıktan gelmek de kolaylaşır. Bütün sorumlulukları üzerinizden atıp tatilin keyfini çıkarmaya işte o zaman başlarsınız.

Oralarda hava bedava, su bedava, karpuzun kilosu beş yüz bin eski liradır. Kışın kaçırdığınız tüm filmleri yıldızların altında çiğdem çitleyerek iki milyona izleme olanağı da akşam sefası...

Bazı muayyen günlerde pazar kalabalığı olarak ortalığa sergi seren günü birlikçiler gelir kumlara. Kabak gibi seçilirler bizim aramızdan. Kocaları bizim oramızı buramızı seyre dalar, çocukları bizimkiler ile geçici dostluğun ağır aksak ayarını tuttururlar akşama doğru. Bunlar ola dursun, kadınlar bol bulunmuş arap yağı misali güneş yağlarını baldırlarına yedire yedire sürünür dururlar gün boyu. Manitası ile gelenler ise besbellidir. Erkekler bize aldırış bile etmezken, kadınlar yeni ağdalanmış tenlerine erkeklerinin mütemadiyen sürdüğü yağlar sayesinde bal kabağı misali parlarlar.

- Kızlar adamı biriniz uyarın, yağı fazla sürdü kadına. Akşama zehirlenecek.
- Neden?
- Kızım bu kadar güneş yağı yersen ne olursun?.
- Deli!
- Vallahi bir arkadaşım selülit kremini fazla kaçırmış bir hatunu yerken zehirlendi.
- Sus kız rüzgar sesi olduğu gibi götürür, duyacaklar...

En renkli simalar ise kuşkusuz Alamancılardır. Memleket domatesine özlemle akın akın gelirler yazlık yuvalarına. Rüzgarlı havalarda kuma inip onları seyretmek işin en keyifli yanıdır. Şişme yatak, deniz topu; eşantiyon şemsiyeleri ve komik kolluklarından oluşan taşı taşı bitmez plastik malzemelerinin rüzgara kapılıp, suyun öte yanına deniz yolculuğunu izlemek kadar keyiflisi yoktur. Bizim kumların yağız delikanlılarının kolladığı anlar bu anlardır. 'Babaaaaaaaa! Deniz yatağım kaçtı!' diye kumda tepinen bir çocuk ve hafif sert esen poyraz onların arayıp da bulamadığı şeydir. Böyle anlardaki doğru zamanlama usta çapkınlığın ilk sınavıdır onlara. Zırlayan çocuk iyice dikkatleri kıyıya çekip, yatak da yakalanması zor bir uzaklığa erişinceye kadar beklenmelidir. Her şeyin bittiği anın start düdüğü niyetine, baba tarafından çocuğun ense köküne şaplak inmesine ramak kala da denize atlanmalıdır. Atladın atladın, yoksa bütün yaz makara olursun gençlik canavarına. Her yeni yetişen genç günün birinde vereceği bu sınava yaz boyu hazırlanır durur. Küçük çocuğun ablasına kim yazılıyorsa bu kez denize atlama sırası ondadır. Vakur bir eda ile kumdan kalkar, balıklama denize atlar. Heyecan dorukta bekler diğer kankileri, her şey ayarında, sırasında ve kusursuz yapılmalıdır. Yatağı tam elde etmişken elinden kaçırmak işin raconundandır. Yatakta cilveleşmeden olmaz di mi ama? Son bir depar ile yatağın önüne geçer ve avını yakalar. Kahramanının yolunu gözleyen kirpiği yaşlı, gözünün bebeği güleç küçük kardeşin yanına gelindiğinde, başı şevkatle okşanmalıdır. Babaya selam verilir, en saygılısından. Ablaya da 'Bu memlekette ne delikanlılar var gördün mü bebek?' alt yazılı bir afilli bakış fırlatan genç, tam o anda kıyıya bıraktığı havlusuna yavuklusu gibi sarılır. Havluya tadını tuzunu usulca; kuma kendini sertçe bıraktı mıydı tamamdır.

Akşama gençlerin kutsal kumsal ateşi etrafındaki çember daha da büyür, yaz aşklarının dumanı yasemin kokar; kalpler çizerek dolanır yaz melteminin koynuna, ayışığında dudaklar başka ballanır.

İşte böylesi masum insani kaçakların verildiği bir akşam üstüydü yine.

Birkaç akranımla kumlara yayılmış, oradan, buradan, eskilerden, yenilerden konuşuyorduk. Aramıza bu yaz katılan yeni yazlıkçılar ile çoktan kaynaşmış; ziyarete gelen akrabalarının en sevileni ve en sevilmeyeni top-on listelerini ezber yapmıştık.

Yaz tatillerinin en güzel taraflarından biri de budur. Her yaz yepyeni biri ile dün tanışıp, bugün can ciğer kuzu sarması olup, yarın, bir dahaki seneye kısmetse görüşürüz, diyerek ayrılmak.

Biz kimbilir yine hangi komşuya konuk bikinili hatunun sarkıt ve dikitlerini analize dalmıştık ki 'Kızlar yanınıza oturabilir miyim?' diyerek, Berrin teyze geldi.

- Gel Berrin teyze hoşgeldin. Misafirlerin gitti mi?
- Aman yazlık yeri bilmemin? Allah soframızdan eksik etmesin. Koca sülalesi hiç bitmez, biri gider, biri gelir. Oğulları çalıştı da aldı ya evleri gari, tepe tepe kullencekler illa. Biz sanki kordon boyunda mabadımızı gezdirdik bunca sene.
- Vallahi senin adam da zor biraz. Ne yemeği, içki sofrası, ne afrası tavrası ne de avanesi eksik değil.
- Her sabah dükkana yollarken, 'Allahım akşama kadar bir çıtır bulsa da ben de rahatlasam' diye dualar ile gönderiyom amma... Bakalım kısmet.
- Bak kırk kere söylersen olurmuş ona göre.
- Dilinden düşürmüyor taş gibi hatunları. Alsın da daş gibi başına çalsın.
- İlahi Berrin teyze adamın ahı gitmiş vahı kalmış, nereden bulacak çıtırı?
- Bulan buluyor anam. O da bulsun gari, yetti canıma.
- Yapma Allah aşkına Berrin teyze, çıtırlar atmışlıklara bakar mı?
- Bakma mı kız? Durun size bir arkadaşımı anlatayım da acık gülün.
- Hadi anlat.

Tombul poposunun ucuyla iliştiği naylon hasırına iyice yerleştip, bir keyif sigarası yakmaya hazırlanıyordu ki, birden kalkmaya yeltendi.

- Kızlar bi yol, koşup karpuz kesip geleydim, içiniz yanmıştır.
- Biz duruken? Aşkolsun. Ben keser gelirim şimdi. Hele sen şu hikayeyi anlat.
- Benim yaşlarda bir arkadaşımın kocası bundan iki yıl evvel yirmi beş yaşında bir kıza kapılıp evi terk etti, gitti. Bir üzüldük ki sorman gari. Ama baktık arkadaşımız oralı bile değil, az bıraksan zil takıp oynayacak, içimiz ferahladı. Sakın boşama, dedik hepimiz. Bunca sene kahrını çektin. Gurur uğruna zil gibi ortada kalma kocamış yaşında. 'Yok,' dedi. 'Asla boşanmam, veririm ilaç torbasını yanına yallah.'
- Boşanmazsa yine kapısına geri gelir, kız onu şutlar nasılsa iki gün sonra.
- Allahın emri tabii de, bizimkinin adamı geri almaya hiç niyeti yok. Keyfi hepten tıkır. Kendi ayarında bir yaramazlık yapaydı belki ama, artık nafile, diyor bizimki. Kadın haklı. Kumsalda birbirine yaslana yaslana anca yürürken, poyrazda kaçan deniz yatağını yüzüp de tutabilecekmiş gibi çoşup gitmek de neyin nesi?
- Mesnetsiz özgüven olmasın?
- Neyse, iki yılın sonunda geçenlerde kız bizim arkadaşı aramasın mı telefonla.
- Eee, bak edepsize...
- Demiş ki kız; 'Sen ne gurursuz kadınsın. Kocan iki yıldır benim koynumda ve sen hala onu boşamıyorsun.' 'Boşamam,' demiş. 'İstediğin gibi tepe tepe kullan,' diye de eklemiş. Kız bunu duyunca hepten hiddetlenmiş. 'Sen ne biçim kadınsın, hiç mi kıskanmıyorsun?'
- Ayol ne kıskanması, kadın kafasını dinliyor di mi ama...
- Bizim arkadaş; 'Bak kızım,' demiş, 'Ben bu adamı aldığımda yirmi yedisindeydi. Taş gibi, kapı gibi adamdı. Yıllarca bana sabah akşam koçlar gibi kocalık yaptı. Ne diye kıskanayım şimdi seni? Tam tersi senin için üzülüyorum bile; onun saçının pırıltısını, göğsünün gürültüsünü, çizmesinin gıcırtısını ben dinledim... Sana da; saçının döküntüsü, göğsünün hırıltısı ile götünün zırıltısı kaldı. İnsan üzülme mi buna? Neyini kıskanam ben senin, sen beni kıskan dur.'

Mehtap Akdeniz