29 Nisan 2012 Pazar

Pazartesi



Gemiler geçiyor yanı başımdan, boğaz düğümleniyor.

Bir Ermeni şarkısı duyuyorum çok uzaktan.

Kulağıma fısıldıyor.

Hüzün var seste, sen varsın.

Yalın.

Bu kaçıncı çarpıntı hayatımda sana ait?

Bu kaçıncı sana dokunamayışım?

Bugünün geldiğini bildim ben çok uzaktan.

Sessizlikteki fısıltılar, kuşların kanat çırpma sesi altına saklanmış.

Saka cıvıltıyla geçti şu an yanımdan.

Aldım selamını umarsız, mahzun tebessüm ederek.

Çok mu uzaktasın benden?

Bir kart çektim senin için içinde harf olan.

Çok yakıştı bana bu tasalı gülümseyişler.

Gün be gün sakin geçti hayatım.

Dudağımda kalan kahveye dokunuşun iz bırakmıştı.

Kapı eşiğinde kaldım en son, çalmayan telefonların sessizliğinde.

Bir not aradım, bir iz Istanbul sokaklarında.

Daha çok koştum gökyüzüne doğru Korsika sahillerinde.

Adı sen olan herkesi daha yakın hissettim kalbime.

Günlerden Pazartesi idin sen benim için; hafta başı kaçamağım.

Her bir duamda bir mantra; sabahları boğazımda bir yutkunma.

Ben bir Cuma uyandığımda anladım; Pazartesi gününü kaybetmiş olduğumu.


Harika

19 Nisan 2012 Perşembe

Yolculuk

Sadece bir an için düşüncelerimi durdurabilseydim. Tek bir an. An denen o nokta, sonsuzluğa açılan o kapı ve hemen kapansın razıyım. Bir an için okyanusu hissetsem. Yola devam etme gücü. O noktacıkta dinlenebilmek. Aklıma gelen şeyler, zihnimin içinde birbirini yiyor. Hiçbiri bir diğeriyle barışık değil. İşte yeniden paramparça olmayı deneyimliyorum, kendine tuzla buz olmuş bir aynadan bakmayı. Her parçada birbirinden farklı arzuların gözyaşları. Her gözyaşı kırık aynalardan sızıyor ve her kırık parça kalbime, ciğerlerime, gözlerime, etime saplanıyor. Lime limeyim.

Akşam, yavaş yavaş iniyor şehrin üzerine. Pembe bir battaniye gökyüzü. Mavisi de var. Kız olursa pembe, erkek olursa mavi. Doğuracak mıyım sahi? Yoksa öldürecek miyim onu?

Hamile kadınlara iki canlı derler ama bende çok can var. Bir canım anne olmak istiyor. Bir canım çok korkuyor. Bir canım umutla çarpıyor, bir canım umudun suratına kapıları çarpıyor, “çok geç kaldın.” diyor, o tren kaçtı artık ve kilitliyor kendini o karanlık odaya.

Mustafa! Artık bu meselede o yok. Uzun kirpikli, öldürücü güzellikte, ölümüne bencil ve beni bir türlü sevemeyen Mustafa. Ama isterdi beni sevmeyi. Kendisini bu kadar seven beni yanında tutmayı, içine sindirmeyi. Beğenmeyi. Beğenmesi gerektiğini düşündüğü ama bir türlü kalbine alamadığı beni. Anlıyorum onu, kanının akış hızı onu çok başka rüzgârlarla sürüklüyor. Bizim rüzgârlarımız farklı. Benim için ılık ılık esen, artık sadece akşam serinliğinin rüzgarıyla aynı değil onun başında esen yeller. Onun gibi ömrümün baharında, kışımın giriş kapısındayım. İçeri yalnız, eksik ve zamanın akışına karşı çaresiz girmek var. Büyük ihtimalle de öyle olacak.

Tunceli’de bu belediye otobüsünde ne işim var benim? İşim var sahiden de. Bu benim işim. İzlemek, bakmak, gördüğümün ötesinin de ötesini görmek. Aynı havayı soluduğum ruhlara nüfuz edebilmek. Ruhların kokusu vardır. Havayı değil ruhları koklarım ben. Havayı koklarmış gibi yaparken ve kokusu azalan bir ruh, ruhsallığını unutuyor demektir. Kokusunu kaybetmiş bir ruhun bedeni daha fazla kokar ve o kokuyu bastırmak için daha fazla parfüm sürmek gerek. Bu otobüsteki insanların bedenleri kokmuyor, parfüm de yok, ter kokusu da.

Kafamın içindeki sesler bana ait değil. Beynimin duvarlarına çarpıp yankılanarak geri dönen sesler.. olmalısın, başarmalısın, başaramazsın, yapamazsın, sen kimsin, ben kimim, başarırım, yine başarırım, kazanırım, yine kazanırım, onlara gösteririm, ben onu sevdim, unutmalıyım, hatta seviyorum, onsuz daha iyiyim, yalnız kalmalıyım, yazmalıyım, kaçmalıyım, dostlarıma sığınmalıyım, yazmalıyım, mesafe koymalıyım, onaylanmalıyım, sevilmeliyim, yazmalıyım, kendim olmalıyım, içime dönmeliyim, yazmalıyım, doğru yerde doğru zamanda olmalıyım, izlemeliyim, geç kalmamalıyım, yazmalıyım, çocuk yapmalıyım. Ya özgürlüğüm? Anne olmalıyım.. annem gibi.. onlar gibi.

Şu karşımda oturan genç kadın gibi.

Kucağında bebeği, bebeği gibi kendisi de pembe yanaklı, taptazecik bu kadın benim kızım olabilirdi. Bu durumda kucağındaki de torunum. Bunun farkında olmak, sadece bu gerçeğe, bu olasılığa bakmak kocaman bir dalga gibi çarpıyor yüzüme. Ve bu farkındalığın, bu görme gücünün içinde kendimle boğuşuyorum. Vücudumu ateş basıyor. Menopozdan mı, hamilelikten mi, öfkeden mi, şaşkınlıktan mı, sevinçten mi?

Dünyadan habersizliği, bebeğine gösterdiği ilgisi, sevgisi ne güzel. Gözlerimiz karşılaşıyor, gülümsüyorum. Mahcup, karşılık veriyor. Bir büyüğüne bakar gibi saygıyla karşılıyor gülümsememi. Başımı dışarı bakmak üzere çevirdiğimde beni inceliyor. Kıyafetlerime, ayakkabıma, küpelerime bakıyor. Bilmediği bir başka dünyadan gelen bu kadını merakla inceliyor. Ben onların kokusunu duyuyorum. Torunum ve kızım olabilecek bu iki ruhun. Onunla hiçbir ortak yanımız yok. Hayatlarımızın hiçbir yolculuğu birbirine benzemez. Ama buradayız işte, Tunceli’de son durağa doğru ilerleyen bu otobüsteyiz. Fark ettirmemeye çalışarak birbirimizi inceliyor ve kokluyoruz. Konuşarak değil, koklaşarak anlaşıyoruz.

Bu genç kadınla dertleşsem, acır mıydı halime? Evlenmiş, doğurmuş hele de kocasıyla iyi kötü anlaşan her kadın sahip olduğum parayı, taparcasına bağlı binlerce okuru, bir kalemde siler ve acır bana. Onlara göre hayatı ıskalamış, eksik bir kadınım ben. Hak veriyorum bu bakışa. Benim lanetim bu, her bakışa hak vermek, anlayabilmek ama sonsuz bir inatla kendi bildiğini yapmak. Ve aynı zamanda nimetim. Anlamak, anladığını kendi ruhunun mağaralarında demlendirip yeni anlayışlar yaratmak.

Şehrin en uzak köşesine giden bu otobüsün sakinleri yorgun olmalılar ama görünen o ki bu insanlar ne çok umut dolu, ne de yorgunluklarında kaybolmuşlar. Onlar şimdi, buradalar. Şurada uyuyan yaşlı adam bile burada. Büyük ihtimalle rüyasında da bir belediye otobüsünde. Belki Tunceli’de değil, belki onun otobüsü güneye iniyor. Neredeyse gülümsüyor, belki seyredildiğinin bile farkında. Ona ve şu an kaderimin kısaca ve basitçe bir yerden bir yere birlikte gitmekle kesiştiği bu insanlara bakıyorum.

Arkamda oturan üç lise öğrencisinin seslerini duyuyorum, bazı harflere keskin basışlarını ve bazı harfleri yok sayışlarını dinliyorum. Gençlerin konuşmalarında televizyonun etkisi çok net. Aksanları var elbet ama daha yumuşak onlarınki. Anneleri, babaları, hele dedeleri, büyükanneleri gibi dünyadan kopuk ve coğrafyanın sınırlarında hapis değiller. Öylesine içten ve tatlı tatlı kıkırdıyorlar ki, okulda geçirdikleri bugünün hayatlarının en mutlu, en geniş ve belki de en özgür günleri olduğunu hayal ediyorum. Ruhları yükseliyor gülüşleriyle ve ruhları yükseldikçe rahiyasını daha kıvamlı bırakıyor havaya.

Bazen kırk altı yaşında olmak bana kendimi özellikle iyi hissettiriyor. Yüzümde çizgiler çoğaldıkça içim genişliyor, ferahlıyor. Çizgiler dıştan derinleşirken içimi de derinleştiriyor, hatta yazdıklarımı da. Sahi, başarılı oldum mu? Ah anne! Aslında bu senin derdin, onu bana sen verdin. Ben hep sadece yazmak istedim, sen tutkumu zehirledin.

Sen bende yankılanan en acımasız sessin. Bana kes sesini diyen o mantıklı ses. Neyse ki o yankıların arasında sadece benim bildiğim gizli yollarım var. Oralardan akarım, kendimi yakarım, eksilir, çoğalırım ama yine de kelimelerimi akıtırım. Ben bir yazarım ve zavallı bir kadın. Aşkı kitaplarında ve kitaplardan bilen. Kimse inanmaz. Yanıma yaklaştırmam bilmesinler diye. Hırsından, başarı tutkusundan hayat arkadaşı edinememiş, aşkta başarısız bir kadın ve kitapları çok satan bir yazar.

İki yaşlı kadın bindi şimdi. Onlar yorgun. Birbirlerinin suratına bakmadan, kıpırtısız yüzlerle, kendilerinin bile duymadığı seslerle, bitkin konuşuyorlar. Öylesine bezgin, öylesine vazgeçmiş ve gülmeyi çok uzun süre önce bırakmışlar ki. Bırakılmışlar belki de. Büyük ihtimalle. Ne hakkında konuşuyorlar? Akşam ne yemek yapacaklarını mı, yoksa çocuklarının kendilerinden miras aldıkları mutsuzluklarını mı? Mutluluktan ya da mutsuzluktan konuştuklarını sanmıyorum. Vazgeçmek, insanın şahsi sözlüğünden kelimelerin kayıp gitmesiyle resmileşir. Kelimeler duyguların, kavramların bedenleridir ve kelimeler kayboldukça eksilir insan. Vazgeçmek bahsetmeyi bırakmaktır ve bu kadınlar artık günlük yapılacak işlerden, torunlarından, nefret ettikleri gelinlerinden ve mutsuz kızlarından ve belki de ölmüş kocalarından, yani görevlerinden, bıkkınlıkla bahsetmekten başka sözü edilecek hiçbir kelime bırakmamışlar geriye. Evlerinin tahta merdivenlerini ovalar gibi sabunlu sularla temize çekmişler mana defterlerini. Kokularını alamıyorum. Ve onların adını "vazgeçmişler" koyuyorum. Belki iki yaşlı adam olarak girerler romanıma. Yaz günleri ağır kokular salan bedenlerini Tunceli’nin güneşi altında sürükleyerek taşıyan ve yavaş yavaş ateşten, kıvılcımdan, dalgalardan, rüzgârdan ve ağaçlardan kopan iki ruh.

Bir başka durak. Bu otobüs hayat gibi. Hayatlar gibi. İlk nefesle başlayan yolculuk, o yolculuğa katılan başka hayatlar ve son durakta içi boşalan bedenler gibi, bu otobüs de boşalacak. Çekildiği garajda sessiz, ıssız, içine dolan nefesler sanki hiç alınmamış, sanki hiç verilmemiş gibi, kimsenin hatırlamadığı bir hurda yığını olacak.

Şebnem

18 Nisan 2012 Çarşamba

Welcome On Board

Cem: Burası gittikçe daralıyor, çok sıkıldım.

Can: Dikkat edersen burası daralmıyor. Biz büyüyoruz, sorun bizde.

Cem: Sen de sıkıcı olmaya başladın.

Can: Benden sıkılmak için biraz erken değil mi sence?

Cem: Neden? Buradan çıktıktan sonra da hep dip dibe mi duracağız?

Can: Sanmıyorum ama gene de yakın olabiliriz.

Cem: Saçma! Çok merak ediyorum, dışarıda neler olup bitiyor.

Can: Boşuna merak ediyorsun. Çıktığın zaman hiç memnun olmayacaksın.

Cem: Nereden biliyorsun? Daha önce hiç çıkmadın.

Can: Olsun, ben burayı seviyorum, çıkmak istemiyorum. Hem çıkma fikrine nereden kapıldın. Burası bizim evimiz. Dışarısı tehlikeli olabilir.

Cem: Tehlike mi, o nedir?

Can: Tehlike işte, biraz korkunç bir şey, zarar görmek gibi olabilir.

Cem: Ne çok şey biliyorsun. Eğlenceli gelmiyorsun artık bana.

Can: Bildiklerimi kıskanıyorsun.

Cem: Kıskanmak mı? Nereden aklına geliyor bu kelimeler, şeyler?

Can: Bilmem, konuşurken birden çıkıyor işte.

Cem: Anlamlarını atıyorsun yani?

Can: Atmıyorum, kendiliğinden biliyorum.

Cem: A-tı –yor-sun!

Can: Sen de bir gariplik hissetmiyor musun?

Cem: Evet. Bu ses neydi?

Can: Durrrr, nereye gidiyorsun?

Cem: Bu dev de kimmm? Gözünde neden camlar varrrr?

Mm


Müge

17 Nisan 2012 Salı

Orman

Yukarı uzanan patikanın sonu görünmüyor. Dev çam ağaçlarının ördüğü duvarın arasındaki yol bir yere varıyor olmalı. Ormanın büyüsü içinde yankılanan kuş sesleri huzur yerine korku veriyor.

Sonu yok. Nefesim tükendi. O kadar susadım ki sadece ağzım, dudaklarım değil, tüm vücudum kurudu sanki. Bir şeyler yemeliyim. Dinleneceğim, ama orman kararmadan yolu bitirmeliyim.

Ağaçlar ne tuhaf dev. Gökyüzüne ulaştıkları noktayı göremiyorum. Patikanın sonu... Biraz dinlenmem lazım…

Kuşları görmüyorum ama sesleri içimde. Orman konuşuyor, yaprakların nefes alışını duyabiliyorum. Yapraklara hayat vermeye giden suyun şırıltısı... 

Başım dönüyor.  Dinginlik yerine huzursuzluk. Yalnızım… Korkuyorum. 

Yapraklar, mantarlar, otlar; ormanın rengi. Ağaçta bir kertenkele bana bakıyor, bana, ormanın yabancısına, fosforlu gözleri üzerimde geziniyor.

Ayşenaz

Pul Pul

Güne kekeliyorum. Gözlerim açık, ama uyuyorum. Sevgisiz insanlar var her yerde gündüzleri. Onlarla konuşmuyorum. Konuşamam! Güne kekeliyorum. El ayak çekilip de geceleri, soluklar kesildiğinde uyanıyorum. Geceye avuç açıyorum. Işığım yoruluyor. Sönmesin diye avucumu siper ediyorum. Avucum yanıyor. Olsun. Hele gece olsun. Oluyor. Dönüp aya avucumu uzatıyorum. Parmaklarımı aralıyorum tüm gücümle. Derim geriliyor. Derim pul pul. Parmaklarımın arasından ışığı süzülüyor ayın. Ohhhh… Tek bir nefes. Ferahlıyorum. Kasıklarımdan ayaklarıma kadar. Kıyamet bu.

Ab-ı hayat bu.

Konuşabilirim artık. Bir bir anlatacağım sana güneş doğana kadar.

Cansev

16 Nisan 2012 Pazartesi

Parlak, Küçük ve Dikdörtgen

Bu sabah çalışma masama küçük, dikdörtgen bir güneş ışığı vurdu. Ve birdenbire, hâlâ o ışık kadar parlak, net ve küçük hatıralar saçıldı masaya. Ne zaman geleceklerini bilemezsin! Onları toplamak gerek ve elbette ki, ansızın bir sabah güneşiyle ortaya serilen bu parçalardan sakınmak gerek.

Yazdıklarımın kaynağı yalnızlığımdır. Sadece benim değil sanatçının beslendiği en eski acı. Yıllar içinde insanoğlunun derinlerinde hissettiği ve hep kaçtığı o korkutucu kimsesizlik kalemimden akan kuvvette kendini gösterdi. Bu bir seçim değil. Bu bir varoluş biçimi ve aslında yazmak benim için, bile isteye, gönülden bir teslim oluşla, ölüp, her ana yeniden doğmak demek. Yok olmak, görünmez olmak ve insanlık serüvenine herkesin bildiği o ortak kedere, tek başınalıkla bağlanmak demek. Her satırda, yeniden ölerek ve doğarak…

Kendimi saklamayı hep iyi bildim. Şimdi artık sona doğru yaklaşırken, başkalarının yanında ruhumun üzerine serili örtüyü kaldırdığım o nadir zamanlara merak saldım.

Onlar da yalnızlıklarım. Prizmanın en ucunda duran, her şeye yüksekten bakan ama koyu yalınlıklarım. Seninle yaşadıklarım.

Kedilere süt verirken mesela! Ya da giysi dolabının önünde ütü, düzen ve temiz çamaşır kokusunu, adeta bir fikir gibi havada tutup, koklayarak, bakarak, içimize çekerek, dengede, aynı zemin üzerinde salınırdık.

“Çay içer misin?” “Nefes al.” “Alıyorum.” “Hayır, nefesini tutuyorsun.” “Tutmuyorum.” Bazan ne bileyim, düşecek gibi olurdum, yer altımdan kayardı. Bir yarılma anı daha ve kopma başlardı. Ayrılık nasıl başlar? Nerede biter? Biter mi?

O çok sevdiğimiz kare kare yalnızlıklarımızı paylaşırken ruhlarımız birbirinden uzak, ayrı evrenlerde, dünyadan hiçbir şey beklemeden; basit ve temiz mutluluk parçalarına dönüşürdük. Şimdi masanın üzerinde bir süre için dinlenen, ellerime vuran ışık gibi.

Sınırları belli ve süreksiz. Parçalanmak bu ve evet yaşamak böyle! Saçlarımda beyazlar, yüzümde çizgilerle diyetini ödediğim muhteşem bir çözülme bu. Bugün bunu iyi biliyorum çünkü artık parçaları tek tek ve özenle toplamayı öğrendim.

Evden büyük kavgalarla ayrıldığın gün, babandan sana kalan tek eşyayla o kocaman dünyayla gelişinin, hayatımın en mutlu günü olduğunu şimdi biliyorum artık. Zorluklar bizi hiç yıldırmadı. Kendi başımıza kimsenin yardımı olmadan büyümüş gibi yapan çocuklardık. Dünya bize sırtını dönmüş gibiydi. Ama biz biliyorduk ki, dünya her daim dönecek ve döndüğü sürece her açıdan bizi görüp kollayacaktı. Yumruklarımız sıkılı, gözlerimizde vahşi pırıltılarla zekâ ve aşk doluyduk. Yolumuza kimsenin çıkmasına izin vermeyecek kadar kararlı ve inatçı. Bizi devam etmekten alıkoyabilecek tek şey olana, yani aşk bitene kadar yan yana olmaya yemin ettik. Düşünüyorum da çocuk yaşta bile tüm olasılıkları düşünüp hayal âleminde kaybolmayacak kadar da akıllı ve serinkanlıymışız. Aklımız sağduyumuz ve içimizde gürül gürül yanan ateşler vardı. Kimseye ihtiyacımız yoktu. Sadece sen ve ben. Ben. Sen!

Babandan kalma altında içki dolabı olan kocaman tahta dünyayı çevirirken mesela! Sağ alt köşesinden kavrayıp, hafif terli ellerinle sıkıca tutardın. Sonra bütün gücünle döndürürdün. Dünya ağır, dünyanın sancısı var.

Dönerken inlerdi, haykırırdı, ağlardı.

Ve sonra işaret parmağının dünyaya doğru hareketi başlardı. Gözlerini kapardın. Kapardık. Uçaktan atlamak gibi.

Hayır, Panama Kanalı’na düştüğündeki yaramaz çocuk neşeni unutmadım. Parmağının dünyanın tam o noktasına oturuşunu, bu karşılaşmayı, Panama Kanalı’nın seni çağırışını kıskandım.

Ben hep seni kıskandığım zamanlarda, kuru bir ekmek parçası olana kadar yazdım.

Yalınlaşmanın ve ardından çoğalmanın, tekliğin ve beraberliğin iç içe geçip birbirinin peşi sıra aktığı o anlarda, yaşlılık hallerimiz gelirdi gözlerimin önüne.

Gelecekten gelen o küçük zaman parçası, sessizce ve gizlice üzerimize yağardı. Sen fark etmezdin. Bense şaşırırdım. Neden hep aynı resim ve neden yaşlılık hallerimiz? Sonra oraya gitmemiz gerektiğini anladım. Asla gerçekleşmeyecek olduğunu bildiğim o kendiliğindenliğin içine yayılır; sana hissettirmeden elinden tutar, gülkurusu, nefis kokulu o akşamüstüne giderdim. Giderdik. O dönemlerde yazdığım hemen her şeyin üzerine sinen o aralığa...

El ele ama uzak. Ayrı, ama sıkıca bağlı olurduk birbirimize. Ayrılık hiç bitmezdi.

İşte bu sabah o gelecekteki ben yaşında; geçmişe ait bu dikdörtgen ışığın sınırları içinde ama yalnızlığımın sınırsızlığındayım. Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. Sen ve seninle yaşadığım her şey sonsuzluğun ucunda sallanan bir hiç olana kadar…

Şebnem

Leş


O pis kokunun karnına doğru iniyorum. Sarhoşum. Algılarım körelmiş, kokuları ayırt edemiyorum. Merdivenlere  dikiyorum gözlerimi. Bir basamağı kaçırırsam yerle bir olabilirim. Yukarıda kulağımı kaplayan müzik öylesine boğuk ki. Buranın kendine ait melodisi var.

Üzeri küflü, sarkık su borularından ahenkle geçiyor sesler, bir inleme gibi.

Boğuluyorum. Çığlıklar...

Etraf pislik içinde, yerde kullanılmış kağıtlar var. Midem bulanıyor. 

Belli ki bıkmışlar ve tüm pisliği burada bırakmışlar. İstesen de temizlenemez ki. Eskiden beyaz olan duvarlar, sarının leşi renginde. Aralardaki yazıları okumaya çalışıyorum. Anılar, yalan dolan dostluk, aşk ve sevgi yazıları. Tanıdık geliyor, gülümsüyorum.

İnsanların izleri duvarlarda. Benim de izim var. Biten hikayemizi yazmıştık bu duvara, seneler önce.

Yıllar sonra aynı yerde, aynı halde yazımı arıyorum. Yapışık duvarlara dokunamıyorum. Bir an onu düşünüyorum, o da yazıyı aramış mıdır?
Borulardan gelen yakarış sesleri eşliğinde yarıya kadar açık kabinin kapısını ayağımla itiyorum. Karşımda bana bakan ölü, çaresiz gözler. 

Bu leşin içinde tanıyorum onu.

Yapayalnız ama yine de gözlerime inliyor.

Ayşenaz

15 Nisan 2012 Pazar

Can

“...yarım yamalak hissedilen vücudun, çimenlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.”

Annemin sesiyle irkildim.

-Kahvaltı hazııııır!

"5 dakika dahaaa," dememiş olabilirim, ama yorganı başımın üstünden çekemediğimi, bir hışımla yere yuvarlandığımda anladım. Küçük Can kendinden beklenmeyen bir tekmeyle beni selamlamıştı. Burnumdan soluduğum havanın son parçasında, önüme düşen saçlarımı ona bağırmak için savurmasaydım, başparmağını kemirircesine emdiğini göremeyebilirdim. Bacak arasından kavradığım koca poposu, kahvaltı masasının başköşesine yerleşti. Bense yemekte ona iki sandalye uzaklığında oturmam gerektiğini, en sevdiğim Süpermen tişörtümü "çaresiz kirliler" sepetinde terk ettiğim gün öğrenmiştim.

Ne zaman sokağa çıksak "Genç yaşında dul kalmış," diye seslendikleri, benimse gök gürlediği gecelerde göğsünün hemen altında bana özel yaratılmış boşlukta huzur bulduğum Tanrıçam, meteorolojinin güzel dediği sağanak yağmurlu hava koşullarına rağmen topluyordu çantasını. Şimdiden beş dakika gecikmişti bile. Trafiği düşünmek bile istemiyordu. Sanırım Edison, annesi akşamları ayna karşısında rahat makyaj yapabilsin diye ampulü icat etmişti. Bende annemin on sekiz dakikadır bulamadığı mürdüm rujunu rahat rahat arayıp sonra iki saniyede işe ışınlanmasını sağlayacak o icadı düşünmeye başlamıştım. Can'la yanağımızdaki ize bakıp güldük. Arabanın çalışma sesiyle içimde büyüyen "Kaçırdım," çığlığı düet yaptığında, ben televizyon başına kurulmuştum bile.

Derin bir iç çekişle uyandım. Yüzüm ağlamışçasına ıslaktı. Titreme geldi. Açık kalmış balkon kapısının uçuşan tülleri, üzerimden esip geçerken bir iki damla daha döküverdi. Şimşek gibi çakan telefon sesiyle fırladım yerimden, heyecanlı konuşmasından söylediklerini bir türlü anlamadığım, fakat ses tonundan hemen tanıdığım Aynur teyzenin onca laf kalabalığında "Can'ı da al ve ..." diye devam eden cümlesinden Can'ı cımbız gibi çekip, onu en son bıraktığım mutfağa koştum. Sabah güzelce yerleştirdiğim sandalyesi yerde yıkık duruyordu. Masanın altı üstü, kenarı köşesi derken alnımdan düşen ter damlası, açık kalan balkona koşarken akıp gitti. Sallanan ahizeye gözüm çarpmadı değil ama Aynur teyze ve serzenişleri biraz beklemeliydi.

"Balkon temiz, peki ya Can nerede?"

İçeri girdim ortalığa şöyle hızlıca baktım ve hali hazırda sallanan ahizeyi kapatmıştır umuduyla kulağıma dayadım. Aynur teyze hala konuşuyor ve inanıyorum konuştuğunu kendi bile anlamıyordu. Arada bir nefes boşluğunun başındaki ilk kelimeyi çözebildim "Hastane," dedi, "Panik yapma," dedi, tam ben uyurken olanlar oldu ve Can'ı alıp hastaneye götürdüler paranoyasıyla kendimi rahatlatacakken az önce tamamlayamadığı cümleyi tekrarladı: "Can'ı da al ve hemen buraya ...", yine cümlesini tamamlamasına izin veremedim çünkü cümlenin öznesi Can yoktu.

Kanepenin altına bakıp kaybettiğim oyun kartımı bile buldum ama koca popolu Can'ı bulamıyordum. Çatıda bir tıkırtı ve balkona tekrar yöneldiğimde hemen yanı başıma düşen tuğla parçası, Can'ın akıl almaz yükselişine anlam vermeme engel oldu. Hemen yanda, yakalanmamak için "Sigara paketimi çatıya koyayım bari." diye eski merdiveni duvara dayadığım, yükseklik korkumun annemin korkusunun yanında sönük kaldığı an tırmanıp çıktığım merdiven duruyordu. Çatıdan mırıltı şeklinde ses ve tıkırtı duydum. Can bu sefer, epey ileri gitmişti. Benim tırmanmaya korktuğum yere nasıl olurda tırmanmıştı o an düşünemedim. Kendimi merdivene attığım ve neredeyse en eski son basamağına geldiğimde havada uçarken hatırladığım son şey çatıda belli belirsiz bir kuyruktu. O sırada içeride Aynur teyze hala nefessiz kurduğu cümlelerle boğulmuş, bana annemin durumunun ciddiyetini anlatmaya çalışıyordu.

Bu kadar hızlı bir darbeyle sarsılmayı beklemiyordum. Vıcık vıcık ıslanan ve yarım yamalak hissedilen vücudun, çimlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.

Süreyya

Küçük Prens

Velâkin kendimi bekliyorum yakamozlar ışığında.

Denizden esen yosun kokulu meltem eşlik ediyor bana.

Gözlerine bakmaya çekindiğim balık sessizce fısıldıyor:

—Utanma, ben de.

Kara bir yorgan gibi gökyüzü. Üşüyorum.

Denize doğru dönüyor başım hafifçe

"Bir umut diyorum, bir umut!"

Düşlediğimde yanımdasın ya da tam karşımda.

Edeple eğiyorum başımı, kabulleniyorum. Yokluğun hasret değil artık.

“Ve geceleri yıldızları dinlemesini seviyorum.” demiştin ya;













Tek bir yıldız kaldı hatıra.

Soluk, sessiz hep orada!

Gece; yattığım yerin penceresinden göz göze geliyorum.

Senin sımsıcak tebessümün duruyor sonsuzlukta.

Her defasında şaşırıyor sesim:

—Aaa benim yıldızım!

Çocuk saflığında sarıyor mutluluğun ürpertisi.

Uykumda ellerin yastık oluyor başıma.

Tilki gibi şaşkınım şu anda.

Kara kapalı bir kutu etrafta, açmaya korktuğum.

Belki, ben kıramadığın bir çiçektim dünyanda.

Ya sen, mutlu musun kendi yolculuğunda?

Velâkin ben kendimi hala bekliyorum; yakamozlar ışığında.

Hârika

14 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Sabah, Günlerden Pazar


Sesleri apartmanın girişinden duyulan iki çocuk nefes nefese bağrışıyordu. Bunu duyan anne, koridorda ilerleyip kapıyı açtı. Yağmurun ardından beklenmedik bir kış güneşi, bezgin hafta sonu telaşıyla dolu evi aydınlatıyordu.

Önce küçüğü göründü. Altın gibi pırıldayan saçları, merak dolu gözleri, ağız dolusu gülümsemesiyle elinde tuttuğu karton kutuyu anneye gösterdi. Anne bezmiş bir halde söylenmeye başlayacakken, diğeri bir sonbahar esintisi gibi usulca yaklaştı. Sözler boğazını düğümledi kadının.

Anne alev saçan yüzünü, elindeki pazar torbalarının ağırlığıyla omuzları düşmüş babaya çevirdi. Baba bir suçlu tedirginliğiyle kadınla göz göze gelmemeye çalışarak salona geçti. Anne, poşetlerin içinden sızan meyvelerinin kokusu içine çeke çeke mutfağa giderken, söylenmeye başladı. Sözcüklerine gizledi gözyaşlarını.

“Her hafta aynı şey. Yaza kadar, eve bir daha civciv alınmayacak demedim mi? İki gün sonra ölüp gidiyor, çocuklar günlerce ağlayıp, sızılıyor! Dayanamıyorum.”

Salonda, spikerin heyecanla anlattığı maçın sesi daha da açılıp, annenin şikâyetlerini bastırdı. Çamaşır makinesi inildeyip sustu…

Odadan iki çocuğun fısıldayan neşesi eve yayılmaya başladı. Anne durulup, kese kâğıdının içindeki bal renkli akide şekerlerini şekerliğe yayıp, yanlarına geçti.

Kıpır kıpır olanı, sevinç içinde, dans edercesine odada gezinip, altın saplı bir gece lambasını takacak prizi arıyordu. Oda, kızın ışığı ile parıldıyordu.

Annenin içi ısındı.

Yüzü solgun, bakışları hüzünlü olanı, yere oturmuş, elindeki tuvalet kâğıtlarını daire şeklinde kıvırarak, civcive yuva hazırlıyordu. Saçları mısır püskülü, kuru yüzü küskün, hastalıklı yapraklar gibi solgun görünse de odaya derin bir bilgelik katıyordu.

Annenin ruhu ısındı.

Anne barış çubuğu akideleri kızlarına uzattı, sordu:

“Adını ne koydunuz?”

Kızlar iç içe geçmiş bir hevesle cevap verdi.

“Ayçiçeği”

“Civcive ayçiçeği denir mi hiç?” dedi anne, kavruk bir gülüşle.

Büyüğü elindeki kâğıttan kozayı bir yana bırakıp atıldı:

“Gece lambası güneş olacak ona yaşam verecek.”

Anne tüyleri pırıl pırıl parlayan küçük civcivi ellerine aldı, yüzüne yaklaştırdı. Nefesi ile onu ısıtırken baba odaya girdi.

Annenin kalbi ısındı.

Katmer katmer bir gökkuşağı Pazar gününe doldu.

Gülda

8 Nisan 2012 Pazar

Hakim Bey, Davacıyım.


Yola çıktığımda saat sabahın dördüydü.
Sırt çantamı alıp, iki kat aşağı indim ve çağırdığım taksinin kapının önüne gelmesini beklemeye koyuldum. Düşündüm: Aslında ben “giden” insan değil, gidenlere el sallayanımdır daha çok. Belki de bu yüzden yolculuklarım hep şakacıktan gibi gelirler bana. Dönüşlü gidiş.
Sabah bile olamamış bir ayazda epey bekledim. Taksi gelmiyor. Herhalde uyuyakalmıştır taksici. Taksici bey. Amca. Abi. Sahi, geldiğinde ona nasıl hitap edeceğim? Yaygın söylemler benim çizgimi yansıtmıyordu, ben mesafeli bir taksi binicisiydim. Dolayısıyla “Şoför bey”de karar kıldım. Kararımdan gurur duyarak ellerimi birleştirip avuç içlerime hohladım. Isı gelsin. Bahar geldi sanarak eldiven almayanda kabahat. Bende değil. Ben eldiveni sadece unutmuş olanım hakim bey.
Taksi gelmezse ne yapacağımı düşünmeye başladım. Gerisin geri eve çıkıp başka bir taksi durağını arama çabasına girersem, bütün bu yolculuktan vazgeçip yatağıma kamaşırdım daha iyi. Bu nedenle eve dönmek bir seçenek değildi. Yoldan taksi çevirmekten de çok uzaktım. Öyle demeyin hakim bey, ara sokakta ev tutmanın da faydaları var. Bekleyeceğim. Bekleyişimde bir tane bile anlam kalmayana dek bekleyeceğim. Bu kararlılığımla yeniden avuç içlerime hohladım. Taksi beklerken kendimi şartlamaya mı başlamıştım neydi? Karar ver, hohla, karar ver, hohla. Pavlov’un köpeğinin neler hissettiğini düşündüm. O da istemeden yapıyordu, yazık. Pavlov’un köpeğini daha fazla sevmeye karar verdim. Hoh. Canım benim.

Güzel Atlar Ülkesi


Onlar büyük atlarla gelmişler. Yersiz yurtsuzluklarına deva olacak toprakları aramışlar hep. Atlar, ulaşılacak yerin neresi olduğunu görüyorlarmış ama atlılar bunun ne kadar uzun süreceğini bilmiyormuş. Sadece o güzel hayvanların, onları o cehennemden çıkartmış olmasının mutluluğuyla, özgürlüğü içlerine çeke çeke devam etmişler. Geçmişi unutmayacaklarına ant etmişler.

Yıllarca aramışlar. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği yekruh olmuş, dirlik düzenlik içinde gün boyu ilerlermiş. Gece olduğunda da yıldızları seyredip hayal kurarlarmış. Kimi, yerleşecekleri güzel toprakların eşsizliğini anlatan şarkılar söylermiş. Bazısı ıslıkla melodiye eşlik eder, bir kısmı dans eder, kalanı da bu özleme ortak olurmuş. Yanlarında sürükledikleri büyük sandıklardan, bohçalardan, göçerlik anılarından kurtulup, atlarıyla beraber durulacakları günleri beklerlermiş.

Onlarca yıl daha geçmiş. Birlikte yaşayacakları, kök salacakları Güzel Atlar Ülkesi'ni bulma umuduyla yola devam etmişler. Ölülerini arkalarında bırakmaktan yıldıkları için, yerleştikleri topraklara büyük bir mezarlık da yapacaklarmış. Sevdiklerinin yattığı yere her gün çiçekler götüreceklermiş. İstekleri böylesine basitmiş aslında. Ancak beklentileri gün geçtikçe artmış, ümitleri yıllar geçtikçe sönmüş. Kimi pes edip geçtikleri topraklara yerleşmiş. Anbean değişmeye, vahşileşmeye başlamışlar.

Heyhat! “Hep söylendiği gibi; atların hafızası güçlü, insanlarınki zayıfmış.”

Kabilenin büyükleri göçüp gittikçe yola düşme sebepleri unutulmuş. “Deli” kanlılar, yazılı olmayan kuralları değiştirmeye başlamışlar. Onların filizleri, büyüyüp serpildikçe daha da kitapsız olmuş. Ne aradıklarını unuttuklardan, hırsla, geçtikleri yerleri de darmadağın etmişler. Topladıkları ganimetleri bile paylaşamayıp kendilerine saklamışlar. Söylenen odur ki; birbirlerini sırtlarından bıçaklamışlar. Kavga etmiş, yalanlar söylemişler. Açgözlü, barbar, ikiyüzlü haydutlar olarak nam salmışlar. Atlar bu durumdan endişeliymiş ama yine de arada sırada duydukları o şarkı onlara ümit veriyormuş.

Onlar, yeryüzünün en güzel toprakları sayılan “Güzel Atlar Ülkesi”ne büyük atlarıyla vardıklarında işte bu haldeymişler. Hevesle yerleşmişler. Atlar, güzel atalarına kavuşmuş, atlılar yerleşik olmayı denemiş. Ancak, tüketmek, yok etmek kolaymış da üretmek, yenilemek çok zormuş. Bunu hiç öğrenememişler.

Tek bildiklerini yapıp; ormanları yakmış, bereketli toprakları kurutmuş, denizi kirletmiş, güzellikleri yerle yeksan etmişler. Dirlik düzenlik sağlayamamışlar. Ülkenin en güzel yerine mezarlık yapmışlar yapmasına da kimse toprağa eceliyle gömülememiş. Mezarlık dolup taşmış taşmasına da hiçbiri çiçekler serememiş. Sevdiklerini anmak isteyenleri, ülkedeki hapishaneye koymuşlar. Baş kaldıranı, geçmiş günlerin güzel şarkılarını, hayalleri hatırlatanları da oraya yollamışlar. Katiller, hırsızlar, uğursuzlar sokaklarda kahraman edası ile gezinip, omuzlar üzerinde taşındıkça geri kalanı günbegün tükenmiş. Ülkeden kötü kokular yükseldikçe Güzel Atlar Ülkesi büyük bir lağıma dönüşmüş. Atlar bu duruma isyan edip, ayrılmak üzere yola düşmüşler.

Bu bir masalmış ama mutlu bir sonu yokmuş.

Atların gittiklerini duyan esirler, son ümitlerini de kaybetmenin acısı içindeyken; içlerinden biri kalan tüm gücü ile o şarkıyı söylemeye başlamış. Diğerleri de ıslıkla eşlik etmiş. Bunu duyan atlar, geri dönmüş. Şaha kalkmış, tüm güçleri ile duvarları yıkmaya başlamak üzere iken, bir an durmuş ve birbirlerine bakakalmışlar...


Dediğim gibi bu bir masalmış ama mutlu sonu daha yazılamamış.

Gülda

(Yazı Ayşe'nin Kitap Kulübü'nden alınmıştır.)

Haldun



Arabayı park edip barın kapısına ilerledik. İlk denememizde bizi almayacakları kesindi. Zaten öyle de oldu. Kapıdaki yarmaya aldırmadan içeri girmeye yeltendik. Hop, durun bakalım gibisinden müdahale etti; üzerinde klasik takım elbise, kirli sakallar, kulağında canlı yayındaymış havası yaratan bir aparat. Hep mi böyledir bu herifler? "Altı erkek giremezsiniz!" dedi. Biz üç erkektik. Arkamızda başka birileri daha mı var diye baktım. Sadece bizdik. Eğer adam alkolü fazla kaçırmamışsa ki öyle bir hali yoktu, besbelli bizimle kafa bulmuştu. Ama numaramız daha bitmemişti. Necati içerideki kız arkadaşını aradı. Fazla uzatmadı:

"Biz geldik dışarıdayız, gelin bizi alın."

İçeriden altı kız çıktı. Korumanın içine doğmuş gibi. Şimdi ona yapacağımız artistlik tadından yenmez olacaktı. Biz Salih’le kızların hiçbirini tanımasak da samimi olup içeriye girerken herifin yanağından makas almamak için kendimizi zor tuttuk. Gerçi buna gerek de kalmamıştı. Baştan nasıl da havalara girmişti ama, egosunu nasıl da tatmin etmişti. Kulağına "Heyhat!" diye fısıldamak geldi içimden.

İçerisi haliyle çok gürültülü ve kalabalıktı. Kızların da kafalar bayağı iyiydi. Barın içinde bir tur atıp birer bira aldıktan sonra kızlar sigara içmek için dışarı çıkmayı teklif ettiler. Kabul ettik. İşte her şey o andan sonra başladı. Klasik tanışma safhası gelip çatmıştı. Müziksiz, sessiz ve soğuk bir hava, yakılan sigaralar konuşmaları ardında getirdi.

Necati, benim arkadaşım, onlar da onun arkadaşları...

Yaa...Ebru... Hıı..Salih... Aaaaa.. Burcu... Eveeett...Yasemin.... Tabiii....Elif....Oooo...... (Elif harbiden Ooo’ydu yalnız.)

"Necati, sen ne iş yapıyordun?" dedi, bir tanesi.

"Mühendisim." dedi Necati. Makine mühendisiyim. İyi tepki aldığını söylemem lazım.

Sırada Salih vardı. O da özgüvenli bir şekilde fizyoterapistim olduğunu söyledi.

Kızlar bir yerlerden duymuş olacak ki, "Oo çok iyi, sizin maaşlar çok yüksek." gibisinden yorumlar yaptılar. Salih, "Allah’a çok şükür," demesine rağmen bir şey kaybetmemişti. Aldığı maaş ona bu gece için belli ki iyi bir kredi sağlamıştı. Bir süre sonra korktuğum oldu. Aralarından biri, benim ne iş yaptığımı merak etti. Anlamamış gibi şöyle bir baktım. Necati’nin gözlerinin içine bakıp, "Kanka, ben ne iş yapıyorum?" diye sordum gözlerimle. Necati, elini omzuma vurarak; "Kendisi yazar!" dedi kızlara doğru karizmatik bir bakış atarak ve birasından bir yudum alarak.

“Yazar mı? Ne yazıyor? Hadi ya? Atıyosuun? Yaa? Valla mı? Yok canıım! Yazarr! Neymiş?”

Galiba hemen hemen tepkiler böyleydi. Necati "Bildiğimiz yazar işte ya!" dedi. Kızlardan biri "Basılmış bir kitabın var mı?" diye sordu, yüzüme bakarak. Yüzümü Necati’ye döndüm. "Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı duymuşsunuzdur herhalde," dedi Necati. Bir yudum daha aldı birasından. Şu biradan yudum alarak konuşma onun imza hareketiydi zaten. Ama sağ olsunlar hiçbiri kitabı duymamıştı.

Necati kitap adını iyi seçmişti. Tekrar tekrar sordular.

“Neredeki çocuklar? Çavdar..? Çavdar tarlasında ne? Tarla? Çay mı?”

Necati fısıldadı kulağıma. "Ortak hiç çaktırma. Buradan yürürsün bu gece." "Nasıl yapayım oğlum?" dedim. "Bari kitap adını sallasaydın." "Daha iyi ya!" dedi, "kitabı anlat derlerse anlatırsın işte.” Ben başta biraz gerilmiştim. Necati birasından bir yudum alarak göz kırptı; "Merak etme." dedi. O gazla ben de sonunda havaya girdim. Fizyoterapist Salih’e kızlardan biri göz koymuştu zaten, Salih’i aramızdan uzaklaştırdı. Necati de beğendiği kızla bir içki ısmarlama bahanesiyle ayrıldı yanımızdan. Adlarını tam hatırlamadığım dört sarhoş kızla baş başa kalmıştım. Ooo Elif hariç. İçeri gidip rahat bir yere oturduk, barın diğer yerlerine göre daha sessizdi. "Hadi, bize kitabını anlat." dedi esmer olanı. "Hangi kitabı?" diye sordum. "Hani, şu neydi, tarladaki çocuklar mı? Çavdar Tarlasında Çocuklar. Hah işte. Anlatsana ya. Biz niye hiç duymadık. Bak atmıyorsun değil mi?" "Yok canım, sahiden var böyle bir kitap. Ben yazdım, ama öyle her yerde satılmıyor, pek ünlü değil. D&R'da filan olmaz. İnternette, bir de belki bazı küçük kitapçılarda işte."

"Nerede geçiyor olay? Ankara. Yok yok İstanbul. Yani birazı Ankara, birazı İstanbul."

"İşte bir çocuk var. 16 yaşlarında. Sorunlu biraz. Kız kardeşi ölmüş küçükken."

"Hadi yaa. Ayyy acıklı galiba. Eee..."

"İşte bu çocuğun başından geçen olaylar... Birer içki mi alsak ya?"

"Yaa alırız, anlat anlat."

"İşte çocuk var. Okuldan atılıyor. Daha önceden de atılmış gerçi."

"Ayy aynıı been! Tam bir de o çağları ama işte di mi!.Dii mi evet..."

"Yaani...Öyle işte ya... Bu tarz. Çocuğun başından geçen olaylar yani..."

"Peki o çocuk sen misin? Çocukken mi yazdın yoksa? Senin çocukluğun mu? Çocuğa sonunda n’oluyor? Kimin bu çocuk?"

"Bu çocuğun bir adı yok mu yaa?"

"Hı? Ha? Ne? A? Aaaa evet adııı. Tabi yaa adııı. Adı? Adı mı dedi?"

"Adı şey ya..."


Doğan

6 Nisan 2012 Cuma

Sekiz Dakika

Güneş'imizden Dünya yüzeyine ışığın gelmesi sekiz dakika sürer. İlkokuldan beri bildiğim bu bilgi, ilk defa bir işime yarıyor ama bana terfiye mal olacağını ve öncelikle bunu anlatacağım bir sunum yapmak zorunluluğu getireceğini bilseydim hiç söylemezdim.

Bir astronomum ben, iki diplomam var; bir astronomi teknisyenliği diploması, bir de matematik diploması. Pedagojik lisansı da alıp öğretmen olmayı çok düşünmedim. Ama şu anda bulunduğum pozisyonda olmayı da pek tahmin etmezdim.

Aslında bugüne gelen olaylar silsilesi eşim olacak insanı görmemle başladı. Okuldaki nilüfer dolu havuzun yanında kitap okuyordu. O da beni gördü. Biz birbirimizi gerçekten gördük. Ona nasıl yaklaşacağımı bilemiyordum. Çünkü daha önce hiç kimseye böylesine ilgi duymadığımdan ne yapacağımı bilemiyordum. Çok arkadaşım yoktu benim. Arkadaş diye etrafımda dolanan bir kaç tiple de benimle dalga geçmedikleri zamanlarda F bloğun arkasındaki piknik masalarında oturur içerdik. Kahve-kanyak. Kışın sıcak kahvenin içine biraz koyarsın, yazın buzlu çaya biraz eklersin. Üç dört kişiydik ve her zaman birimizde cep kanyağı olurdu. Gerçi, artık satılmıyor herhalde.

İçince benimle dalga geçemiyorlardı. Çünkü içince değişiyordum. Konuşmam düzeliyordu. Artık nasıl bir kimyasal mekanizma çalışıyorsa beynimde kekelemiyordum.

Hayatını pandomimle idare eden biri olmuştum. Biraz benden de kaynaklanıyordu bu herhalde çünkü konuşmayı, insanlarla tanışmayı, yeni muhabbetleri sevmezdim. Bakkala girdiğimde istediğim sigarayı gösterir ve parayı uzatırdım. Çoğu zaman beni dilsiz sanıyorlardı. Keşke dilsiz olsaydım. O zaman ağzımı açtığımda içten içe gülen ve bana acıyarak bakan o insanlara maruz kalmazdım. " Vay, demek bu yakışıklı çocuk kekemeymiş. " diye düşündüklerini hissederdim hep.

Birkaç defa kekemeliğime rağmen beni seven kızlar girdi hayatıma ama ben onlara karşı bir şey hissetmiyordum. İçmeden konuşamayan, arkadaşlarının yanında suspus oturan bir sevgiliye de zaten daha fazla dayanamıyorlardı.

Ama o farklıydı. İlk defa nikâh masasında nasıl evet diyeceğim diye düşünmeden evliliği hayal ettim onunla. Ve devamı da geldi, evlendik. Benimle ilgili tek derdi kekelememek için içmemdi. Ailesi dindar olduğundan, babası Diyanet İşleri'nde çalıştığından, sevdiği erkeğin alkol bağımlısı olması onu zor durumda bırakıyordu. Sırf o istiyor diye bıraktım. Aşk işte; sen nelere sebep oluyorsun.

İçmemeye başladım, nikâh masasında davetlilerin gülüşleri arasında evet demem abartmıyorum, tam beş dakika sürdü, şaka yaptığımı zannettiler önce, ama böyle bir ortamda bir şakanın bu kadar uzatılmayacağını anlayanlar, gülmeye devam edenleri susturdu. Herkes kekemeliğime, heyecanıma rağmen, evet demek için ne kadar uğraştığımı görünce mahcup bakışlarla izledi töreni. Mezun olduktan sonra, babasının torpiliyle girdiğim Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki işim de içmeme engel olacaktı. Doktora da gittim ama bir faydası yoktu. Sorununuz tamamen psikolojik dedi, birkaç ilaç verdi. Sosyal baskının buna sebep olduğunu, eğer istersem bunun üstesinden gelebileceğimi söyledi. Belki de çok istemiyordum. Kekeme olmak, konuşmadan çekinmemi, zaten asosyal olmam da bilinçaltımda bunu besleyen bir tepki haline geliyordu.

Bütün gün diyanet işlerindeki odamda oturup müminlerin namaz saatlerini ayarlıyordum. Yurtdışından gelen ölçüm ve gözlemler, ekinoks tarihleri, mevsim normalleri, Güneş’in doğuşu, batışı ve arada kalan İslam dinine göre belirlenmiş vakitler.Sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı. Bir astronom için ay takvimi ve zaman çizelgesiyle ilgili hesaplamalar yapmak kolaydır. O yüzden bu masa başı işi kayınbabam ilk teklif ettiğinde hiç düşünmeden evet dedim.

Arada bir daire içi e-posta trafiğine dâhil oluyor ve bildiklerimi paylaşıyordum. Bazen bilimsel konularla ilgili açıklama isteyen tefsir ve kelam hocaları da oluyordu.

Bir gün yazdığım bir cümle tekrar eski sorunumla yüzleştirdi beni. Güneş ışığı Dünya'ya sekiz dakikada ulaşır. Bunu okuyan bir tefsir hocası odamda beni ziyaret etti. “Nasıl yani?” Önce kekemeliğimi söyleyip bilgisayar ekranında yazarak anlattım. Astronomların uzaklık birimi olarak kullandıkları Ab, Dünya güneş arası yaklaşık yüz kırk dört milyon kilometreyi ifade eder. Işığın hızı saniyede üç yüz bin kilometre, böl yaklaşık dört yüz seksen saniye, yani sekiz dakika. Hoca çıldırmış gibiydi. “Bu ne demek biliyor musun?” dedi. Hayır, anlamında kafamı salladım, "Top erken atıldı diye orucunu yiyen binlerce müminin kaza orucu tutmasına gerek kalmayacak. Sekiz dakikalık gecikme var. Bütün vakitler üzerinde sekiz dakikalık oynama yapılabilir."

Benim bir türlü anlamadığım bu dini keşif İslam dünyasında bomba etkisi yaratmıştı. Bilimsel açıklamasını yapan da ben olduğum için tefsir hocasıyla yaptığımız yayında ikimizin adı geçiyordu. Doğal olarak terfi aldım. Eşimin ve onun ailesinin de hoşuna gitmişti bu. Gurur duyuyorlardı benimle. O yüzden hepsi benim açıklama ve sunum yapacağım yıllık genel diyanet işleri çalıştayına gelmişlerdi. En önde bakan, yanında isimlerini bilmediğim bir kaç müsteşar ve yüzlerce konuk, onlarca basın mensubu ve kürsüde ben.

İlk defa bu öyküde konuşmamı duyacaksınız.

-Sayın bakan,… (alkollü bir şekilde)

Kahve kanyak, umarım anlamazlar...

Özgür

5 Nisan 2012 Perşembe

Yastık

Bence bu seferki hepsinden farklı…

Nereden mi anladım? Odaya deli gibi girip kapıyı kırarcasına kapatmasından mı veya kendini savurur gibi yatağa atmasından? Hayır, değil…

Az önce, ilk defa, kafasını göğsüme yasladı ve öylece durdu. Hiç kıpırdamıyordu.

Her zamanki gibi tavana dikmedi gözlerini bu kez. Yana döndü. Tül perdeden yansıyan ışıklara baktı.

Kendiyle yüzleşmek istemiyordu besbelli, öyle olsa yan yatmaz, dümdüz tavana bakardı; ama yapamıyor işte…

Evet, bu seferki her şeyden, hepsinden farklı… Baksana konuşmuyor, ağzından tek kelime çıkmıyor.

Bir haftadan fazla sürecek ayrılıkları demek ki!

Mutluyum, yine baş başa olacağız.

Yine de, o alıştığım hırçın kadın yok ya karşımda. Aslında sırf bu yüzden tedirginim.

Bu kez sinirlenmemiş, kalbi kırılmış. Bu yüzden konuşmuyor, biliyorum!

Kafası her zamankinden ağır bu kez, düşüncelerinin ağırlığı saplanmış sanki. Kaldıramayacağım bir yük değil, biliyorum.

Saçlarına yine sigara kokusu sinmiş, demek ki yolda biri bitmeden diğerini yakmış. Unutmak için.

Dur bakayım… Kıpırdamaya başladı. Salona gidecek belki de. Orası soğuk. Giderse üşüyecek. Ardından dertlenir şimdi. Umarım gitmez, gitmesin… Ona iyi gelmeyecek salon…

Ayaklarını kıvırıp, elini başının altına götürdü. Elleri yine yumuşacık, tütün kokusu geride kaldı.

Allahtan Cemile Hanım çarşafları değiştirdi de bugün mis gibi kokuyorum. Onun da en sevdiği koku bu. Şimdi biraz olsun rahatlar, güzel bir nefes alır bana sarıldıkça…

Derin bir sessizlik var odada, hiç alışık olmadığım, ona hiç yakıştıramadığım türden bir suskunluk. Belki bir iki kelime konuşsa.. rahatlayacak; ama yok, sesi çıkmıyor.

Sessiz haline alışkın değilim.Olsun… Yanındayım, buradayım ya!

Ve sonunda… Gözlerini yavaş yavaş kapamaya başladı…

Ya uyuyacak ya da unutacak…

Ebru

2 Nisan 2012 Pazartesi

Duvar



karamsar resmi
Yine o renksiz kabusla uyandı yeni güne. Taşındığından beri açmadığı perdeden giremeyen ışık hala dışarıda hapisti. Yüzünü buruşturarak yataktan kalktı. Boğazındaki katranın acılaşan tadını yutkundu. Bugün de dükkanı açmayacaktı. ”Üç kuruş fazla kazanınca ne olacak? diye aklından geçirdi. Karyola satın almaya gerek duymadığından, ara sıra kız arkadaşı ile paylaştığı yatak, bayiden gelen adamın geçen sene bıraktığı yerde, odanın ortasında duruyordu. Kirli ve lekeli çarşafla kaplı yatağın yanındaki pantalonun üzerine basarak odadan çıktı. Lavabo aynasının bile kendini gösteremediği karanlık banyonun önünden geçerken “Güne tuvalette başlamak istemiyorum” diye düşündü.

Salonda, kanepenin önünde duran, birkaç gün önce dökülen biranın izlerini taşıyan sehpada, akşamdan kalan yarım paket kaymaklı bisküvi vardı. Buzdolabına giderek havası kaçmış yarısından azı kalan litrelik kolayı aldı. Peşi sıra ağzına attığı bisküvileri yutarken şişeyi sığdıramadığı ağzının kenarından dökülen kola, kız arkadaşının, “Bardaksız ev olur mu hiç?” serzenişini aklına getirdiyse de yüzünde beliren umursamaz ifade uzun sürmedi. Üzerini temizlerken eline bulaşan ıslaklığı şortuna sildi. Karnı tam doymamıştı.

Derin bir nefesle yoğun rutubeti içine çekip kafasını kaldırdı. Salonun tüm cephesini kaplayan, pencerenin iki metre önündeki apartmanın ziftli yan duvarı tam karşısındaydı. Gözleri, eğri yanaklı adamın siluetini aradı, bir süre sonra buldu. Duvarın rengi soluyordu sanki. Üçbuçuk yıl olmuştu taşınalı. Işığı tamamen kesen duvar nedeniyle perde almaya gerek kalmamıştı buraya. Saatlerce kanepede oturup bu ziftle kaplı duvarı seyreder, bulduğu şekillerle oynardı. Zamanla duvar değişti ve yeni oyuncular ortaya çıktı. Yeterince derine bakıp duvara girdiğinde çirkin yaşlı adam, yarım yüzlü at, topal çocuk, upuzun gökdelen, büyük bir top ve bir sürü garip şekilli yaratıkla birlikte dolaşır, eğlenirdi. Burada herkes eşit, herkes birbirine yardım ederdi.

Mutluydu; duvarın içinde arkadaşlarıyla…

Lütfi