15 Mart 2012 Perşembe

Boy Aynası


“Neden ben değil de o?” en hüzünlü sorulardan biridir aslında. Hele ki benim gibi tüm çocukluğunuz kendinize bu soruyu sormakla geçtiyse...


Bu kez sana soruyorum anne: “Neden ben değil de o?”


Eski bir gardırobun boy aynasında sahnelenen oyunun en can alıcı repliği buydu.

Ayvalık’taki üç katlı taş evin bütün odaları, gün boyu ziyaretçilerle dolup taşmış, Eylül serinliği akşamüstüne doğru duvarları soğutmaya başlamıştı. Anneannem ölmüştü. Cenaze evinin taziye havasını bırakıp çocukluğumun büyülü anlarına dönmek için yukarı kata çıkan merdivenlere yöneldim. Merdiven başındaki o büyük sandık yerinde duruyordu. Pencereden giren kızgın güneş, üzerindeki püsküllü yeşil örtüyü soldurmuştu. Çocukken yaptığım gibi üzerine oturdum. İkinci kattaki büyük odanın kapısı aralıktı. Çocukluğuma dair en derin izlerin ve en yoğun anneanne kokusunun olduğu yer orasıydı. Yatağına uzanıp yastığını burnuma dayamak, kokusunun koynuna yatmak için odaya yöneldim. Kapı aralığından bakınca oymalı gardırobun boy aynasının önünde annem ve Nihal teyzemi gördüm. Hiç konuşmuyorlar, aynadan yansıyan görüntülerinde bile göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Beni fark etmemişlerdi. Aşağıya dönmek üzereydim ki, annem yere doğru eğildi. Gardırobun altındaki iki büyük çekmeceden sol taraftakini yavaşça açtı. Açılırken tahtadan çıkan ses çok tanıdıktı. Gülümsedim. O iki tahta çekmece, Berrin ile benim bebek evimizdi. Sağdaki onun eviydi, soldaki benim. Küçük döşeklerde bebeklerimizi uyutur, tığla örülmüş minik el bezlerinden, elbiselerimizden artan kumaşlardan, sehpalarından aşırdığımız dantellerden örtüler, halılar yapardık. Kasabaya gelen panayırdan aldığımız pembe plastik çay takımını yarı yarıya paylaşmıştık. Oyun boyunca çekmeceler arası komşuluk yapar, evcilik oyunu bitince de içini derler toplar, bebeklerimizin üstünü örter, çekmeceleri kapatırdık. Tahtanın sürtünmesiyle çıkan ses, oyunun başlama ve bitiş zili gibiydi. Birbirimizin yüzüne doğrudan bakmaz, aynadan bakışarak konuşurduk. Ayna bizi içine alır, kendimizi birbirimizin gördüğü gözle görmemize vesile olurdu. Böylece kendimizi sahnede hisseder, kendimize seyirci olmanın keyfini çıkarırdık.

Annem açık çekmecenin önüne oturdu. İçindeki bebeklere, dantel örtülere, kesik şifon parçalarına baktı. Ağlıyordu... “Neden?” sorusunu ilk sorduğum on yıl önceki o sıcak Ağustos sabahında da bu çekmecenin önünde ağlarken görmüştüm onu.

O yaz sonu ilkokula başlayacaktım. Nihal teyzem eşini ve oğlunu yeni kaybetmiş, büyük bir mirasın sahibi olmuştu. Tek başına hayata devam edemeyeceğini kabullenip anneannemin yanına, bu eve yerleşmişti. Çok mutsuzdu. Bu tatsız olayın evde estirdiği kasvetli havaya rağmen, o yaz benden üç yaş büyük ablam Berrin’le çok eğlenmiştik. Ortalarda dolaşan çocuk neşesinin teyzemin acısını arttıracağını düşünen anneannem bize bu çekmece oyununu öğretmişti. Annemlerin de çocukken burada oynadıklarını bilmek bize çok iyi gelmişti. Bütün bir yazı neredeyse bu iki çekmecenin içinde, gardırobun dibinde, aynanın önünde geçirmiştik.
Berrin’le beraber geldiğimiz Ayvalık’tan Berrin’siz döndük. Aylarca dur durak bilmeyen sorularımın sonunda annemden ablamı teyzeme evlatlık verdiğini öğrendim.

İlk zamanlar neler olup bittiğini tam anladım sayılmazdı. Ancak ilerleyen senelerde Berrin’den gelen haberler canımı sıkar olmuştu. Biz Balıkesir’de kıt kanaat geçinirken, en büyük hediyemin arada bir anneannemin yolladığı zeytinyağı ve sabun kolilerinden çıkan yeni ayakkabılar ve Berrin’in küçülmüş süslü elbiseleri olduğunu düşünürsek pek de haksız sayılmazdım. Babamın işçi olarak Almanya’ya kabul edildiğinin, oraya gidişimizin kesinleştiği zaman bir kaç günlüğüne gelmiştik buraya. Büyümüş, ergenlik çağında sakin bir kızdı artık. Büyük bir odası, bir dolap dolusu elbisesi vardı. Kısa ve buruk vedalaşmadan sonra bir daha hiç gelmemiştik bu eve. Almanya’da geçen seneler bu evi, çekmecelerin içindeki evciliği ve Berrin’i unutmaya çalışmakla geçmişti.

Bunlar aklımdan geçerken çıkardığım hıçkırık beni ele verdi. Odaya girdim. Berrin’in çekmecesinin önünde durdum. Onun bebek evini açmak, hayallerimdeki eksikleri tamamlamak, Nihal teyzemin evinden Berrin’in evine gitmek istiyordum. Cesaretimi topladım, çekmeceyi usulca açtım. Gıcırdayan tahtaların sesi oyunu başlattı. Fakat devamı gelmedi. Berrin’in evi boştu. Teyzem kapıya doğru yöneldi. Teyzem odadan çıkarken Berrin’i fark ettim. Kapının önünde durmuş, başını pervaza yaslamış bize bakıyordu.

Çekmecede beyaz bir zarf vardı. Zarfı açtım. Bir fotoğraf çıktı içinden. Evin önündeki taş merdivende anneannem, annem, teyzem, ben ve Berrin tarhana ovalarken çekilen fotoğraf. Ertesi gün Balıkesir’e döneceğimiz için alelacele tarhanaları bitirmeye çalışıyor, bir yandan da çok eğleniyorduk. Resmin arka yüzünü çevirdiğimde oyunun tüm kahramanları aynadaydılar. Pür neşe oyuna katılmışlardı. Ta ki, arkasına yazılmış on yıl öncesine ait son replik okunana kadar.

“Neden ben değil de o?”

Mehtap

2 yorum: