15 Nisan 2012 Pazar

Can

“...yarım yamalak hissedilen vücudun, çimenlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.”

Annemin sesiyle irkildim.

-Kahvaltı hazııııır!

"5 dakika dahaaa," dememiş olabilirim, ama yorganı başımın üstünden çekemediğimi, bir hışımla yere yuvarlandığımda anladım. Küçük Can kendinden beklenmeyen bir tekmeyle beni selamlamıştı. Burnumdan soluduğum havanın son parçasında, önüme düşen saçlarımı ona bağırmak için savurmasaydım, başparmağını kemirircesine emdiğini göremeyebilirdim. Bacak arasından kavradığım koca poposu, kahvaltı masasının başköşesine yerleşti. Bense yemekte ona iki sandalye uzaklığında oturmam gerektiğini, en sevdiğim Süpermen tişörtümü "çaresiz kirliler" sepetinde terk ettiğim gün öğrenmiştim.

Ne zaman sokağa çıksak "Genç yaşında dul kalmış," diye seslendikleri, benimse gök gürlediği gecelerde göğsünün hemen altında bana özel yaratılmış boşlukta huzur bulduğum Tanrıçam, meteorolojinin güzel dediği sağanak yağmurlu hava koşullarına rağmen topluyordu çantasını. Şimdiden beş dakika gecikmişti bile. Trafiği düşünmek bile istemiyordu. Sanırım Edison, annesi akşamları ayna karşısında rahat makyaj yapabilsin diye ampulü icat etmişti. Bende annemin on sekiz dakikadır bulamadığı mürdüm rujunu rahat rahat arayıp sonra iki saniyede işe ışınlanmasını sağlayacak o icadı düşünmeye başlamıştım. Can'la yanağımızdaki ize bakıp güldük. Arabanın çalışma sesiyle içimde büyüyen "Kaçırdım," çığlığı düet yaptığında, ben televizyon başına kurulmuştum bile.

Derin bir iç çekişle uyandım. Yüzüm ağlamışçasına ıslaktı. Titreme geldi. Açık kalmış balkon kapısının uçuşan tülleri, üzerimden esip geçerken bir iki damla daha döküverdi. Şimşek gibi çakan telefon sesiyle fırladım yerimden, heyecanlı konuşmasından söylediklerini bir türlü anlamadığım, fakat ses tonundan hemen tanıdığım Aynur teyzenin onca laf kalabalığında "Can'ı da al ve ..." diye devam eden cümlesinden Can'ı cımbız gibi çekip, onu en son bıraktığım mutfağa koştum. Sabah güzelce yerleştirdiğim sandalyesi yerde yıkık duruyordu. Masanın altı üstü, kenarı köşesi derken alnımdan düşen ter damlası, açık kalan balkona koşarken akıp gitti. Sallanan ahizeye gözüm çarpmadı değil ama Aynur teyze ve serzenişleri biraz beklemeliydi.

"Balkon temiz, peki ya Can nerede?"

İçeri girdim ortalığa şöyle hızlıca baktım ve hali hazırda sallanan ahizeyi kapatmıştır umuduyla kulağıma dayadım. Aynur teyze hala konuşuyor ve inanıyorum konuştuğunu kendi bile anlamıyordu. Arada bir nefes boşluğunun başındaki ilk kelimeyi çözebildim "Hastane," dedi, "Panik yapma," dedi, tam ben uyurken olanlar oldu ve Can'ı alıp hastaneye götürdüler paranoyasıyla kendimi rahatlatacakken az önce tamamlayamadığı cümleyi tekrarladı: "Can'ı da al ve hemen buraya ...", yine cümlesini tamamlamasına izin veremedim çünkü cümlenin öznesi Can yoktu.

Kanepenin altına bakıp kaybettiğim oyun kartımı bile buldum ama koca popolu Can'ı bulamıyordum. Çatıda bir tıkırtı ve balkona tekrar yöneldiğimde hemen yanı başıma düşen tuğla parçası, Can'ın akıl almaz yükselişine anlam vermeme engel oldu. Hemen yanda, yakalanmamak için "Sigara paketimi çatıya koyayım bari." diye eski merdiveni duvara dayadığım, yükseklik korkumun annemin korkusunun yanında sönük kaldığı an tırmanıp çıktığım merdiven duruyordu. Çatıdan mırıltı şeklinde ses ve tıkırtı duydum. Can bu sefer, epey ileri gitmişti. Benim tırmanmaya korktuğum yere nasıl olurda tırmanmıştı o an düşünemedim. Kendimi merdivene attığım ve neredeyse en eski son basamağına geldiğimde havada uçarken hatırladığım son şey çatıda belli belirsiz bir kuyruktu. O sırada içeride Aynur teyze hala nefessiz kurduğu cümlelerle boğulmuş, bana annemin durumunun ciddiyetini anlatmaya çalışıyordu.

Bu kadar hızlı bir darbeyle sarsılmayı beklemiyordum. Vıcık vıcık ıslanan ve yarım yamalak hissedilen vücudun, çimlerden tepkisiz gıdıklanışına şahidim.

Süreyya

2 yorum: