8 Nisan 2012 Pazar

Haldun



Arabayı park edip barın kapısına ilerledik. İlk denememizde bizi almayacakları kesindi. Zaten öyle de oldu. Kapıdaki yarmaya aldırmadan içeri girmeye yeltendik. Hop, durun bakalım gibisinden müdahale etti; üzerinde klasik takım elbise, kirli sakallar, kulağında canlı yayındaymış havası yaratan bir aparat. Hep mi böyledir bu herifler? "Altı erkek giremezsiniz!" dedi. Biz üç erkektik. Arkamızda başka birileri daha mı var diye baktım. Sadece bizdik. Eğer adam alkolü fazla kaçırmamışsa ki öyle bir hali yoktu, besbelli bizimle kafa bulmuştu. Ama numaramız daha bitmemişti. Necati içerideki kız arkadaşını aradı. Fazla uzatmadı:

"Biz geldik dışarıdayız, gelin bizi alın."

İçeriden altı kız çıktı. Korumanın içine doğmuş gibi. Şimdi ona yapacağımız artistlik tadından yenmez olacaktı. Biz Salih’le kızların hiçbirini tanımasak da samimi olup içeriye girerken herifin yanağından makas almamak için kendimizi zor tuttuk. Gerçi buna gerek de kalmamıştı. Baştan nasıl da havalara girmişti ama, egosunu nasıl da tatmin etmişti. Kulağına "Heyhat!" diye fısıldamak geldi içimden.

İçerisi haliyle çok gürültülü ve kalabalıktı. Kızların da kafalar bayağı iyiydi. Barın içinde bir tur atıp birer bira aldıktan sonra kızlar sigara içmek için dışarı çıkmayı teklif ettiler. Kabul ettik. İşte her şey o andan sonra başladı. Klasik tanışma safhası gelip çatmıştı. Müziksiz, sessiz ve soğuk bir hava, yakılan sigaralar konuşmaları ardında getirdi.

Necati, benim arkadaşım, onlar da onun arkadaşları...

Yaa...Ebru... Hıı..Salih... Aaaaa.. Burcu... Eveeett...Yasemin.... Tabiii....Elif....Oooo...... (Elif harbiden Ooo’ydu yalnız.)

"Necati, sen ne iş yapıyordun?" dedi, bir tanesi.

"Mühendisim." dedi Necati. Makine mühendisiyim. İyi tepki aldığını söylemem lazım.

Sırada Salih vardı. O da özgüvenli bir şekilde fizyoterapistim olduğunu söyledi.

Kızlar bir yerlerden duymuş olacak ki, "Oo çok iyi, sizin maaşlar çok yüksek." gibisinden yorumlar yaptılar. Salih, "Allah’a çok şükür," demesine rağmen bir şey kaybetmemişti. Aldığı maaş ona bu gece için belli ki iyi bir kredi sağlamıştı. Bir süre sonra korktuğum oldu. Aralarından biri, benim ne iş yaptığımı merak etti. Anlamamış gibi şöyle bir baktım. Necati’nin gözlerinin içine bakıp, "Kanka, ben ne iş yapıyorum?" diye sordum gözlerimle. Necati, elini omzuma vurarak; "Kendisi yazar!" dedi kızlara doğru karizmatik bir bakış atarak ve birasından bir yudum alarak.

“Yazar mı? Ne yazıyor? Hadi ya? Atıyosuun? Yaa? Valla mı? Yok canıım! Yazarr! Neymiş?”

Galiba hemen hemen tepkiler böyleydi. Necati "Bildiğimiz yazar işte ya!" dedi. Kızlardan biri "Basılmış bir kitabın var mı?" diye sordu, yüzüme bakarak. Yüzümü Necati’ye döndüm. "Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı duymuşsunuzdur herhalde," dedi Necati. Bir yudum daha aldı birasından. Şu biradan yudum alarak konuşma onun imza hareketiydi zaten. Ama sağ olsunlar hiçbiri kitabı duymamıştı.

Necati kitap adını iyi seçmişti. Tekrar tekrar sordular.

“Neredeki çocuklar? Çavdar..? Çavdar tarlasında ne? Tarla? Çay mı?”

Necati fısıldadı kulağıma. "Ortak hiç çaktırma. Buradan yürürsün bu gece." "Nasıl yapayım oğlum?" dedim. "Bari kitap adını sallasaydın." "Daha iyi ya!" dedi, "kitabı anlat derlerse anlatırsın işte.” Ben başta biraz gerilmiştim. Necati birasından bir yudum alarak göz kırptı; "Merak etme." dedi. O gazla ben de sonunda havaya girdim. Fizyoterapist Salih’e kızlardan biri göz koymuştu zaten, Salih’i aramızdan uzaklaştırdı. Necati de beğendiği kızla bir içki ısmarlama bahanesiyle ayrıldı yanımızdan. Adlarını tam hatırlamadığım dört sarhoş kızla baş başa kalmıştım. Ooo Elif hariç. İçeri gidip rahat bir yere oturduk, barın diğer yerlerine göre daha sessizdi. "Hadi, bize kitabını anlat." dedi esmer olanı. "Hangi kitabı?" diye sordum. "Hani, şu neydi, tarladaki çocuklar mı? Çavdar Tarlasında Çocuklar. Hah işte. Anlatsana ya. Biz niye hiç duymadık. Bak atmıyorsun değil mi?" "Yok canım, sahiden var böyle bir kitap. Ben yazdım, ama öyle her yerde satılmıyor, pek ünlü değil. D&R'da filan olmaz. İnternette, bir de belki bazı küçük kitapçılarda işte."

"Nerede geçiyor olay? Ankara. Yok yok İstanbul. Yani birazı Ankara, birazı İstanbul."

"İşte bir çocuk var. 16 yaşlarında. Sorunlu biraz. Kız kardeşi ölmüş küçükken."

"Hadi yaa. Ayyy acıklı galiba. Eee..."

"İşte bu çocuğun başından geçen olaylar... Birer içki mi alsak ya?"

"Yaa alırız, anlat anlat."

"İşte çocuk var. Okuldan atılıyor. Daha önceden de atılmış gerçi."

"Ayy aynıı been! Tam bir de o çağları ama işte di mi!.Dii mi evet..."

"Yaani...Öyle işte ya... Bu tarz. Çocuğun başından geçen olaylar yani..."

"Peki o çocuk sen misin? Çocukken mi yazdın yoksa? Senin çocukluğun mu? Çocuğa sonunda n’oluyor? Kimin bu çocuk?"

"Bu çocuğun bir adı yok mu yaa?"

"Hı? Ha? Ne? A? Aaaa evet adııı. Tabi yaa adııı. Adı? Adı mı dedi?"

"Adı şey ya..."


Doğan

4 yorum:

  1. hayatın tanıdık bir anını her ayrıntısıyla yaşatmak işte bu :)

    YanıtlaSil
  2. İroniye bayıldım Holden'cığım.

    Sevgiler,

    Gülda

    YanıtlaSil
  3. "Haldun Çavdar Tarlası'nda" mıydı kitabın adı du bakiyimmm:))

    YanıtlaSil
  4. Ben de olsam Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı yazdığını söyleyen birine kitabı anlattırırdım. Hatta biraz daha, biraz daha...
    Çok keyifli olmuş Doğan. Final ve Holden ironisi de çok zekice...

    YanıtlaSil