16 Nisan 2012 Pazartesi

Parlak, Küçük ve Dikdörtgen

Bu sabah çalışma masama küçük, dikdörtgen bir güneş ışığı vurdu. Ve birdenbire, hâlâ o ışık kadar parlak, net ve küçük hatıralar saçıldı masaya. Ne zaman geleceklerini bilemezsin! Onları toplamak gerek ve elbette ki, ansızın bir sabah güneşiyle ortaya serilen bu parçalardan sakınmak gerek.

Yazdıklarımın kaynağı yalnızlığımdır. Sadece benim değil sanatçının beslendiği en eski acı. Yıllar içinde insanoğlunun derinlerinde hissettiği ve hep kaçtığı o korkutucu kimsesizlik kalemimden akan kuvvette kendini gösterdi. Bu bir seçim değil. Bu bir varoluş biçimi ve aslında yazmak benim için, bile isteye, gönülden bir teslim oluşla, ölüp, her ana yeniden doğmak demek. Yok olmak, görünmez olmak ve insanlık serüvenine herkesin bildiği o ortak kedere, tek başınalıkla bağlanmak demek. Her satırda, yeniden ölerek ve doğarak…

Kendimi saklamayı hep iyi bildim. Şimdi artık sona doğru yaklaşırken, başkalarının yanında ruhumun üzerine serili örtüyü kaldırdığım o nadir zamanlara merak saldım.

Onlar da yalnızlıklarım. Prizmanın en ucunda duran, her şeye yüksekten bakan ama koyu yalınlıklarım. Seninle yaşadıklarım.

Kedilere süt verirken mesela! Ya da giysi dolabının önünde ütü, düzen ve temiz çamaşır kokusunu, adeta bir fikir gibi havada tutup, koklayarak, bakarak, içimize çekerek, dengede, aynı zemin üzerinde salınırdık.

“Çay içer misin?” “Nefes al.” “Alıyorum.” “Hayır, nefesini tutuyorsun.” “Tutmuyorum.” Bazan ne bileyim, düşecek gibi olurdum, yer altımdan kayardı. Bir yarılma anı daha ve kopma başlardı. Ayrılık nasıl başlar? Nerede biter? Biter mi?

O çok sevdiğimiz kare kare yalnızlıklarımızı paylaşırken ruhlarımız birbirinden uzak, ayrı evrenlerde, dünyadan hiçbir şey beklemeden; basit ve temiz mutluluk parçalarına dönüşürdük. Şimdi masanın üzerinde bir süre için dinlenen, ellerime vuran ışık gibi.

Sınırları belli ve süreksiz. Parçalanmak bu ve evet yaşamak böyle! Saçlarımda beyazlar, yüzümde çizgilerle diyetini ödediğim muhteşem bir çözülme bu. Bugün bunu iyi biliyorum çünkü artık parçaları tek tek ve özenle toplamayı öğrendim.

Evden büyük kavgalarla ayrıldığın gün, babandan sana kalan tek eşyayla o kocaman dünyayla gelişinin, hayatımın en mutlu günü olduğunu şimdi biliyorum artık. Zorluklar bizi hiç yıldırmadı. Kendi başımıza kimsenin yardımı olmadan büyümüş gibi yapan çocuklardık. Dünya bize sırtını dönmüş gibiydi. Ama biz biliyorduk ki, dünya her daim dönecek ve döndüğü sürece her açıdan bizi görüp kollayacaktı. Yumruklarımız sıkılı, gözlerimizde vahşi pırıltılarla zekâ ve aşk doluyduk. Yolumuza kimsenin çıkmasına izin vermeyecek kadar kararlı ve inatçı. Bizi devam etmekten alıkoyabilecek tek şey olana, yani aşk bitene kadar yan yana olmaya yemin ettik. Düşünüyorum da çocuk yaşta bile tüm olasılıkları düşünüp hayal âleminde kaybolmayacak kadar da akıllı ve serinkanlıymışız. Aklımız sağduyumuz ve içimizde gürül gürül yanan ateşler vardı. Kimseye ihtiyacımız yoktu. Sadece sen ve ben. Ben. Sen!

Babandan kalma altında içki dolabı olan kocaman tahta dünyayı çevirirken mesela! Sağ alt köşesinden kavrayıp, hafif terli ellerinle sıkıca tutardın. Sonra bütün gücünle döndürürdün. Dünya ağır, dünyanın sancısı var.

Dönerken inlerdi, haykırırdı, ağlardı.

Ve sonra işaret parmağının dünyaya doğru hareketi başlardı. Gözlerini kapardın. Kapardık. Uçaktan atlamak gibi.

Hayır, Panama Kanalı’na düştüğündeki yaramaz çocuk neşeni unutmadım. Parmağının dünyanın tam o noktasına oturuşunu, bu karşılaşmayı, Panama Kanalı’nın seni çağırışını kıskandım.

Ben hep seni kıskandığım zamanlarda, kuru bir ekmek parçası olana kadar yazdım.

Yalınlaşmanın ve ardından çoğalmanın, tekliğin ve beraberliğin iç içe geçip birbirinin peşi sıra aktığı o anlarda, yaşlılık hallerimiz gelirdi gözlerimin önüne.

Gelecekten gelen o küçük zaman parçası, sessizce ve gizlice üzerimize yağardı. Sen fark etmezdin. Bense şaşırırdım. Neden hep aynı resim ve neden yaşlılık hallerimiz? Sonra oraya gitmemiz gerektiğini anladım. Asla gerçekleşmeyecek olduğunu bildiğim o kendiliğindenliğin içine yayılır; sana hissettirmeden elinden tutar, gülkurusu, nefis kokulu o akşamüstüne giderdim. Giderdik. O dönemlerde yazdığım hemen her şeyin üzerine sinen o aralığa...

El ele ama uzak. Ayrı, ama sıkıca bağlı olurduk birbirimize. Ayrılık hiç bitmezdi.

İşte bu sabah o gelecekteki ben yaşında; geçmişe ait bu dikdörtgen ışığın sınırları içinde ama yalnızlığımın sınırsızlığındayım. Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. Sen ve seninle yaşadığım her şey sonsuzluğun ucunda sallanan bir hiç olana kadar…

Şebnem

1 yorum:

  1. yazmak ve kelimeler, kainatın en harika kalabalığı, ailesi, toplumu bence... bütünleşmeye başladıklarında ne de güzel şeyler ve aynılıklar çıkıyor insanın karşısına. kendimi, kendimden büyük ama kısa yaz aşkımı, kavak yelleriyle uçup giden yaşlarımı... çok şey buldum her satırda. betimlemeler harikaydı, harika.

    YanıtlaSil